Pages in topic: < [1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21] > | Off topic: İlginç yazılar 投稿者: Adnan Özdemir
| Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER --hepisi alıntıdır-- | Dec 2, 2023 |
Kadınlar Neden Erkeklerden Daha Uzun Süre Yaşar?
Yazı: Sibel Çağlar
11/07/2019 - Son güncelleme: 28/11/2023
Dünyada yaşlı kadın nüfusu giderek artıyor. Rakamlara göre kadınlar bu konuda avantajlı. Peki, kadınlar neden daha uzun yaşar
16 yaşımızdayken kendimizi hep o yaşta kalacak, hiç yaşlanmayacakmış gibi hissetsek de kaçınılmaz son olarak hepimiz yaşlanırız. Peki ama neden yaşlanıyoruz? N... See more Kadınlar Neden Erkeklerden Daha Uzun Süre Yaşar?
Yazı: Sibel Çağlar
11/07/2019 - Son güncelleme: 28/11/2023
Dünyada yaşlı kadın nüfusu giderek artıyor. Rakamlara göre kadınlar bu konuda avantajlı. Peki, kadınlar neden daha uzun yaşar
16 yaşımızdayken kendimizi hep o yaşta kalacak, hiç yaşlanmayacakmış gibi hissetsek de kaçınılmaz son olarak hepimiz yaşlanırız. Peki ama neden yaşlanıyoruz? Neden sinekler insanlardan ya da balinalardan daha çabuk yaşlanır? Bu türden sorulara uzun yıllardır yanıt aranıyor. Birçok gerontoloji (yaşlanmayı inceleyen bilim dalı) uzmanı bu konuda kuramlar geliştiriyor.
Üstelik yaşlanma konusunda başka gariplikler de var. 19. yüzyıldan itibaren giderek artan bir biçimde dünyanın bir çok yerinde kadınlar erkeklerden ortalama 6 yıl daha uzun yaşıyor. Peki ama neden kadınlar uzun yaşıyor?
Yüz onuncu doğum gününüzü görmeniz olasılığı, yaklaşık yedi milyonda birdir. Kadın olmak, bu açıdan bir avantaj sayılmaktadır.
Erkeklerin doğdukları andan itibaren kadınlardan daha zor ve daha kötü yaşam koşullarına maruz kalmaları bunun bir nedeni mi? Ya da kadınların uzun yaşamasının nedeni toplumdaki kadın erkek rollerindeki farklılaşmalar mı?
Kadınların Sahip Olduğu Bazı Biyolojik Avantajlar Vardır!
1950’li yıllardan beri bu sorulara yanıt arayan Amerikalı bilim insanı Francis Madigan’a göre, cinsler arasındaki biyolojik farklılıklar yaşam süreleri arasındaki farkın da nedeni. Sosyokültürel etkenlerse pek önemli değil.
Kadınların biyolojik avantajlarının olduğu daha işin başından bellidir. Bunun temel nedeni sahip oldukları iki adet X kromozomudur. Herhangi bir genetik mutasyonda değişen bir X kromozomuna karşılık diğeri onun görevini yapacaktır. Erkekler ise tek bir X kromozomuyla böyle bir avantajdan yoksundurlar.
Bu iddiasını kanıtlamak için Madigan, kadın ve erkeklerden oluşan ve toplumdan yalıtılmış bir deney grubuyla çalışmış. Bu gruptaki ölüm oranı farkı da Madigan’ın iddia ettiği gibi erkeklerde daha yüksek çıkmış. Araştırmaya göre, farklı cinsiyet hormonlarının kolesterol oranı üzerindeki etkileri önemli bir biyolojik etki oluşturuyor.
Ayrıca devam çalışmalarında kadınların salgıladığı cinsiyet hormonlarının kandaki lipid oranını olumlu yönde etkilediği anlaşılacaktı. Erkeklerin salgıladığı testosteronun da kolesterol üzerinde olumsuz bir etkiye sahip oluyordu. Bu hormon aynı zamanda erkek vücudunu daha iri bir hale getirdiği için yaşlanma süreçlerinin de hızlanmasına katkı sağlıyor.
Kadınların Neden Uzun Yaşadığını Biyoloji İle Açıklamak Yeterli Olmaz.
Neden kadınlar daha uzun yaşıyor sorununun bir cevabını bu fotoğraf açıklıyor gibi. Erkeklerin kadınlara göre daha tehlikeli, gerilimli ve zor işlerde çalışıyor olması da 1920-1930 arasındaki durumu açıklamak için yeterli olsa da sosyo ekonomik koşulların ve rollerin hızla değiştiği günümüzde baş rol oynadığı söylenemez.
Dünyanın farklı bölgelerindeki kadın ve erkek yaşam süreleri arasındaki bu farklılık, ortada sadece biyolojik değil sosyal etkenlerin de bulunduğunun bir göstergesi. Bu durumun ilk nedeni kadınların erkeklere oranla sağlığa zararlı eylemlerden daha uzak durmaları. İkincisi de sağlık alanındaki gelişmelerden, iyi yaşam koşullarından daha fazla yararlanmaları yani sağlıklı yaşam sürdürmek için özen göstermeleri gibi gözüküyor.
Ancak kadınlar daha uzun bir ömür sürmesine rağmen erkeklerden daha fazla hastalanıyorlar, daha fazla ilaç kullanıyorlar ve daha fazla doktora gidiyorlar. Bu da ortaya ölümlülük-sağlıksızlık paradoksu olarak adlandırılan bir durumu çıkartıyor.
Tabloda gördüğünüz gibi tüm ülkelerde kadınlar erkeklere nazaran daha uzun bir ömür sürdürme potansiyeline sahiptir. Tabloyu detaylı olarak incelemek ve tarih boyunca kadın – erkek yaşam süresini karşılaştırmak isterseniz bu bağlantıyı kullanabilirsiniz: https://ourworldindata.org/
Bu duruma getirilen bir açıklama kadınlarda daha sık görülen migren, astım gibi kronik hastalıkların yaşam kalitesini etkilese de ölümcül olmaması. Erkeklerin sık karşılaştıkları sağlık sorunları daha ölümcül. Bunun temel nedenlerinden birisi de vücutlarımızın yağ dokuları ile ilgili. Erkek vücudu daha fazla iç organları çevreleyen yağı depolama eğilimindedir. Bu Viseral yağlanma olarak bilinmektedir.
Ancak kadınlar daha çok deri altı yağlanma eğilimindedir. Viseral yağlanma erkekler için başlıca ölüm nedeni olan koroner kalp hastalığı için önemli bir risk faktörüdür.
Kadınlar Bir Zamanlar Böyle Bir Avantaja Sahip Değildi
Araştırmalara göre tarımın gelişmesinden önceki dönemlerde her iki cins için beklenen yaşam süresi aynıymış. İngiltere’de bulunan en eski ölüm kayıtları bu evrimin öyküsünü bizlere açıklıyor. 17. ve 18. yüzyıl arasında bu fark erkekler lehine 2 yıl kadarmış. 20. yüzyılın başlarındaysa fark kadınların lehine dönmeye başlamış.
Bunun nedeninin kadın ve erkek arasında kapanan sosyal ve ekonomik farklar, doğum kontrolünün artması, annelik yükümlülüklerinin azalması sonucunda kadınların biyolojik avantajlarını tekrar kazanması biçiminde düşünülüyor. Tüm bu biyolojik, davranışsal ve çevresel faktörler kadınların erkeklerden daha uzun yaşamasına katkı sağladı.
Aslında 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren her iki cins için de ortalama yaşam süresi uzadı. Bunun en büyük nedeni, özellikle enfeksiyon ve parazitlerin yol açtığı hastalıklara bağlı ölüm oranlarıyla doğum sırasında annelerin ölme oranının azalmasıydı. Ancak anlaşılan erkekler bu avantajı bir yere kadar koruyabildi.
Erkeklerin kansere ya da kalp-damar hastalıklarına yakalanma oranları kadınlardan daha yüksektir.. Ayrıca kazalarda, savaşlarda ölen ya da cinayete kurban giden erkek sayısı da kadınlardan çok daha fazladır. Yani bu farkın nedeni, belki de kadınların daha uzun yaşayabilmesi değil, erkeklerdeki ölüm oranının daha yüksek olmasıdır.
Neden bazı ülkelerde doğumda yaşam beklentisi daha yüksektir? Neden bazı ülkelerde bu oran birbirine çok yakın? Bu soruları böylece çoğaltmak olası. Cevaplar ise çeşitli. Peki bu durum hayvanlar aleminde nasıl dersiniz?
Hayvanlarda Dişiler Erkeklerden Daha mı Uzun Yaşar?
İstisnalar olmakla birlikte dişilerin erkeklerden daha uzun bir yaşam sürdüklerini, türlerin beslenme şekillerinin ve diğer hayvanlarla olan ilişkilerinin yaşam süresinin belirlenmesinde önemli olduğunu biliyoruz.
Pek çok istisna olmakla birlikte hayvanlar aleminde de dişiler, erkeklerden daha uzun yaşar. Dişilerin daha uzun yaşadığını söylemek aynı zamanda erkeklerin de daha kısa yaşadıkları anlamına gelir. Konuya bu açıdan yaklaşacak olursak bunun en temel nedeni erkeklerin yaşamlarının çok daha rekabetçi olmasıdır.
Sonucunda erkeklerin eş ve yiyecek bulmak için çetin çatışmalardan sağ çıkmaları gereklidir. Daha fazla çatışma daha fazla ölüm riski demektir. Elbette daha fazla ölüm riski ise daha kısa ömür anlamına gelir.
Türün devamı için en kritik konu üremedir ve üreme işinde dişilere erkeklerden fazla iş düşmektedir. Memeliler üzerinde yapılan pek çok araştırma, dişilerin hücre onarım ve yenilenme mekanizmasının erkeklerden daha etkili çalıştığını ortaya koymuştur. Dişilerin vücutları enerjilerinin büyük bölümünü, iyileşmeye ve sağlığını korumaya harcar. Bunun sonucunda da dişiler erkeklerden daha uzun yaşar.
Yazının devamında göz atmak isterseniz: Çalışmak İçin En iyi Saat Nedir https://www.matematiksel.org/calismak-icin-en-iyi-saat-nedir-bunun-cevabini-biyolojik-saatiniz-versin/
Kaynaklar ve İleri Okumalar:
Why do women live longer than men?; Yayınlanma tarihi: 14 Ağustos 2018; Bağlantı: https://ourworldindata.org
Why Do Women Live Longer Than Men?; Yayınlanma tarihi: 27 Şubat 2019; Bağlantı: https://time.com/
Austad SN, Fischer KE. Sex Differences in Lifespan. Cell Metab. 2016 Jun 14;23(6):1022-1033. doi: 10.1016/j.cmet.2016.05.019. PMID: 27304504; PMCID: PMC4932837.
Matematiksel
*Sibel Çağlar
Merhabalar. Matematik öğretmeni olarak başladığım hayatıma 2016 yılında kurduğum matematiksel.org web sitesinde içerikler üreterek devam ediyorum. Matematiğin aydınlık yüzünü paylaşıyorum. Amacım matematiğin hayattan kopuk olmadığını kanıtlamaktı. Devamında ekip arkadaşlarımın da dahil olması ile kocaman bir aile olduk. Amacımıza da kısmen ulaştık. Yolumuz daha uzun ama kesinlikle çok keyifli.
Yazının kaynağı: https://www.matematiksel.org/kadinlar-neden-daha-uzun-yasiyor/
***************************************************
***************************************************
Matematik Başarısını Arttırmak İçin 5 Etkin İpucu
Yazı: Nurgul Kendirlioglu
14/04/2017 - Son güncelleme: 17/11/2023
Sanılanın aksine matematik başarısı, doğuştan gelen bir beceri değildir. Yaşınız ne olursa olsun, buradaki ipuçları, ilkokuldan üniversiteye herkesin, matematiği daha iyi öğrenmelerine ve anlamalarına yardımcı olabilir…
Öğrenciler genellikle, matematik eğitiminde sınıf seviyeleri arttıkça başarılı olabilmek adına daha çok çabalarlar. Bazı durumlarda, öğrencilerin matematik hakkında erken olumsuzluklar yaşamaları, daha sonraki zamanlarda matematik derslerini takip etmekten vazgeçmelerine sebep olur ya da geçmiş tecrübeler matematik öğrenmelerinde bir tabu olarak kalır. Ama öyle olmak zorunda değil.
Matematiği Ezberlemek Yerine Anlayın
Çoğu zaman, öğrenciler bir yöntemde niçin belirli adımların gerektiğini anlamak için işlemleri veya adımları ezberlemeye çalışırlar. Bu sebepten, öğretmenlerin öğrencilerine matematik kavramlarının arkasındaki nedeni ve neden böyle olduğunu açıklamaları çok önemlidir. Çünkü herhangi bir işlemin nedenini mantıklı şekilde açıklayabiliyorsak artık ezberlemiş değil, öğrenmiş oluruz. Bir işlem yaptığınızda neden yaptığınızı sormalısınız. İşlem yapmayı bilmeniz yeterli değildir. Asıl önemli olan cevabın ne anlama geldiğini bilmektir.
Ancak bu noktada dikkat etmemiz gereken bir şey var. Ezbersiz eğitime evet ancak bazı matematik becerilerinin yerine oturması için tekrar yapılması önemlidir. Örneğin çarpım tablosunun ne anlama geldiğini tam olarak anladıktan sonra bu tabloyu belli bir düzeyde ezberlemek size hız kazandıracaktır. Temel matematik becerileri matematik başarısı için esastır. Örneğin, cebir matematik başarısı için temeldir. Problem çözme, grafik yorumlama, çıkarımda bulunma gibi becerileri kazanmanızı kolaylaştıracaktır.
Matematik Öğrenmek İçin Pasif Değil Aktif Olmalısınız
Düşünülenin aksine matematik dersi öğrencilerin pasif konumda olmasına izin vermez. Matematik, öğrencileri konfor alanlarından çıkartma potansiyeli taşır. Bu alandaki çoğu kavramı ilişkilendirmeye başladıkça öğrenci öğrenmenin bir parçası olarak aktif katılım sağlayacaktır. Sorular öğrenmemiz için birer araçtır.
Eğer sorunuz varsa, sorun. Bu sayede başka arkadaşlarınızın da sormak istediği soruyu sormuş olursunuz belki de. Bir şeylerin zor olduğunu, içinden çıkamayacağınızı fark ettiğiniz an, bu anlamadığınız yerler birikmeden yardım arayın. Faydalı sorular sormak, bir ömür boyu sürer ve bunu deneyimleyeceğiniz en iyi yer okuldur. İyi bir öğretmen size matematik becerisi kazandıracak tüm sorulara saygı gösterecektir.
Matematik Başarısı İçin Her Fırsatta Pratik Yapın
Matematik, sayıların, şekillerin, sembollerin arasındaki ifadelerle kendine özgü bir dildir. Yeni öğrenmeye başladığımız bir dili nasıl pratik ederek öğreniyorsak matematikte de bu geçerlidir. Size verilen ev ödevlerini yapın: İşin kolayına kaçmak için alternatifler üretmeyin. Bu, öğrencilerin sınıfta öğretilen kavramları uygulayıp, pratik yapmalarını sağlayan en etkin yoldur. Zira tekrar ve pratik yoksa unutulmaya konu unutulmaya mahkum olacaktır.
Öğrenciler, ödev yada testte yaptıkları bir hatayı geçip, devam etme isteğinde olurlar. Ancak hataları düzeltmek ve nedenini anlamak önemlidir, aksi halde bu hatalar tekrar edecektir. Bir hatanın arkasındaki düşünceyi anlamak için, zaman ayırın ve bunu nasıl doğru yapacağınızı öğrenin. Ayrıca, matematik dersi devamsızlıkları cezalandıracaktır. Matematik dersini ders zamanında öğrenmeye ve devamsızlık yapmamaya gayret edin.
Gerektiği Zamanlarda Yardım Alın
Bazı insanlar yalnız çalışmayı severler, fakat bir problemi çözmeye gelince kimi zaman arkadaş yardımına ihtiyaç duyulur. Çünkü farklı bir bakış açısı ve yaklaşım, farklı bir açıklama tarzı bazen çözümün yardımcısı olur. Öncelikle öğretmenler ile iyi ilişkiler kurun. Matematik dersi ile ilgilendiğinizi dersi takip ettiğinizi fark eden öğretmen ile diyaloğunuz daha verimli olacak ve başarınızın artmasına katkı sağlayacaktır.
Öğrenciler, zor sorular ya da konulara takılıp kalmak yerine, yardım almaya teşvik edilmelidir. Bazen öğrencilerin soru için sadece biraz daha fazla açıklamaya ihtiyacı vardır, bu yüzden anlamadıkları zaman konuşmaları önemlidir.
Ayrıca Öğrenim sürecinize ortak olacak arkadaş(lar) seçin. Sonuçta bazı insanlar yalnız çalışmayı sever. Fakat bir problemi çözmeye gelince kimi zaman arkadaş yardımına ihtiyaç duyulacaktır. Farklı bir bakış açısı ve yaklaşım, farklı bir açıklama tarzı çözümün yardımcısı olabilir.
Açıkla ve Soru Sor
Öğrencilerin matematik konularını daha iyi kavramasına yardımcı olmak için bir başka harika yol da, konunun nasıl işlediğini ve bunu kullanarak problemleri nasıl çözeceklerini diğer öğrencilere açıklamasıdır. Bu şekilde, öğrenciler konu hakkında bilgilerini birbirlerine anlatabilir ve soru sorabilir ve bir öğrenci anlamadığında, diğeri dersi farklı, ona daha yakın bir perspektiften sunabilir.
Dünyayı sorgulamak ve açıklamalar getirmeye çalışmak insanların öğrenme ve gelişmek için kullandıkları temel yollardan biridir. Öğrenciler bu özgürlüğe kavuştuğunda kavramlara zihin açıklamalar getirdiği için kalıcı olacak ve sonraki seviyeleri inşası daha kolay olacaktır.
Bu öneriler aslında birçok kişi tarafından bilinen ve oldukça basit çözümler. Yapabileceğiniz en kötü şey pes etmek, vazgeçmek ve işin kolayına kaçıp kuru kuruya ezberlemeye çalışmaktır. Çoğu insanın biraz zamana ve yardıma ihtiyacı vardır. Ancak eğer öğrenciler bu ihtiyacın çok uzun sürmesine izin verirse, ellerine geçecek olan tek şey “matematiğin sadece artık daha fazla sinir bozucu olacağı” düşüncesi olacaktır.
Öğretmenler ve veliler, öğrencilerin hayal kırıklığına uğramalarına engel olmak ve öğrencilerin arkadaşına veya eğitmenine ulaşarak matematik becerisi kazanmasına imkân tanımalıdır. Matematik ile ilgili bir meslek yapın ya da yapmayın, matematik bilmek iyi hissettirir bunu unutmayın…
Yazının devamında ayrıca göz atmak isterseniz: Çocuğun Okul Başarısı Evdeki Kitap Sayısı İle Doğru Orantılı -> https://www.matematiksel.org/cocugun-basarisi-evdeki-kitap-sayisina-bagli/
Kaynaklar ve ileri okumalar için:
10 Tips for Math Success; Bağlantı: https://www.education.com
7 Steps to Math Success; Bağlantı: https://www.thoughtco.com/
--------
*Nurgul Kendirlioglu
Selçuk Üniversitesinde Matematik Lisansımı bitirdikten sonra Kocaeli Üniversitesinde Yüksek lisansımı tamamlayıp, Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdim. Aslında nereli ve nereleri bitirdiğimiz çok da önemli değil... Matematiğe, bilime ve insanlığa dair farkındalık kazandırabilirsek, sanki var olduğumuz dünya daha yaşanılabilir olacak. Zira doğum ve ölüm arasında kalan zamanda, işe gitmek,fatura ödemek, tv izlemekten daha başka şeyler yapmak için dünyada olduğumuzu düşünüyorum.Okumayı, dinlemeyi, izlemeyi, yeni ve insanlığa faydalı güzel şeyleri keşfetmeyi ve paylaşmayı seviyorum... Keyifli okumalar dilerim.
----------------------------------------------------------
***************************************************
***************************************************
Erik Erikson’un Psikososyal Gelişim Kuramı ve Kendi Ayakları Üzerinde Duran Çocuk Yetiştirme
Yazı: Gamze Dönmez
03/07/2019 - Son güncelleme: 11/11/2023
Çocuk yetiştirme konusunda hassas davranan ve bu nedenle kendinizi geliştirmek için çeşitli kaynaklardan faydalanan bir ebeveynseniz, Erik Erikson adının çocuk gelişimi ile ilgili kitaplarda sık olarak karşınıza çıktığını fark edeceksiniz. Erikson, çocuk psikanalizinde uzmanlaşmış ve en çok psikososyal gelişim teorisi ile tanınan bir gelişim psikoloğuydu.
Bu yazıda, başlıkta belirtilen “kendi ayakları üzerinde durabilen bir çocuk yetiştirmek” konusunu, onun kuramından faydalanarak açacağız. Ufak bir farkla, “kendi ayakları üzerinde durmak” ifadesini deyim anlamıyla değil, gerçek anlamıyla kullanarak… Keyifli okumalar!
Erik Erikson Kimdir?
Erik Erikson yaşam boyu gelişim psikolojisinin babası olarak kabul edilmektedir. Bunun nedeni, ergenliğin ötesindeki her şeyi tek bir aşama olarak ele almak yerine, yaşam boyunca gelişimi izleyen bir teori öneren ilk psikolog olmasıydı. Aslında kuramını biraz da kendi yaşantısını temel alarak ortaya koymuştu.
1902’de Almanya’da Danimarkalı bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Büyürken adı Erik Homburger’di. Erik doğmadan önce ayrılan biyolojik babasını hiç tanımadı. Annesi ise ilerleyen yıllarda doktoru ile evlendi. Erikson kısmen Yahudiydi, ancak görünüşü, sarı saçları, mavi gözleri ile daha çok Kuzeylilere benziyordu. Bu yüzden yirminci yüzyılın başlarında Almanya’daki her iki alt kültüre de uyum sağlamakta zorlanıyordu.
Erikson, Sigmund Freud’un fikirlerini esasen doğru kabul ediyordu. Bununla birlikte, Erikson, cinsellik üzerindeki içgüdüler ve bilinçdışı çatışmalara odaklanmak yerine, birey ile toplum ve kültür arasındaki ilişkilerle ve bu ilişkilerin kimliğin gelişimini nasıl etkilediğiyle çok daha fazla ilgilendi.
Freud, benliğin gelişiminin bir dizi aşamada gerçekleştiğini, ancak son aşamanın ergenlik döneminde başladığını öne sürmüştü. Erikson ise psikolojik gelişimin on iki veya on üç yaşında durmadığını kabul ederek, doğumdan yaşlılığa uzanan sekiz ayrı aşama önerdi. Erikson’a göre herkes evrensel ve değişmez bir sırayla bu aşamalardan geçer.
Her aşama, hem o aşamada öğrenilmesi gerekenleri hem de öğrenememenin sonucunun ne olacağı belirtilerek isimlendirilir. Bu çözümlemedeki başarı veya başarısızlık ise sonraki aşamalarda olanları etkileyecektir. Krizin belirli bir aşamada çözülememesi, kişinin sonraki tüm aşamalarda ilerlemesini tehlikeye atacak bir zayıflığa veya uyumsuzluğa yol açacaktır. Şimdi, sekiz dönemden birine değineceğiz.
Psikososyal Gelişim Kuramı ve Evreleri
Yaş aralıkları farklılık gösterse de psikososyal gelişim evreleri
Özerkliğe Karşı Utanç ve Kuşku (1-3 yaş)
Bu dönem, çocuğun kendi kas sistemini kontrol altına almaya çalıştığı dönemdir. Bu kontrol mekanizması çocuğun tutma ve bırakma, bazı zamanlarda sıkıca tutma ya da fırlatarak bırakma gibi yaklaşımlar sergilemesine neden olur. Dönemin en önemli iki olayı tuvalet eğitimi ve yürümedir. Freud, bu evrede çocuğun tuvalet eğitiminde anne tutumunun çocuğun sonraki dönemleri için saplantılar oluşturabileceğine değinmiştir.
Erikson ise çocuğun yürüme özelliğine odaklanmıştır. Yürüme, anne babadan bağımsız olmak için ilk harekettir. Çocuk yürüyerek ebeveyninin onu götürdüğü yere değil de kendi istediği yere gider ya da istemediği yerden uzaklaşır.
Çocuk: “Ben anne babamdan ayrı bir varlığım!” diye düşünerek özerklik duygusunu geliştirir. Bu duygunun ilk yansıması da inatçılıktır. Söylenenlerin tam tersini yapma, ebeveynin otorite oluşunu kabullenmeme anlamına gelir. Özerklik duygusunun kazanılmasındaki temel etken, bağımsız fiziksel hareketlerde bulunabilmedir. Ebeveynler ve bakıcılar, yürümeye başlayan çocuğun çevresini keşfetmesine ve üzerinde hareket etmesine izin verirse, çocuk bir özerklik ve bağımsızlık duygusu geliştirecektir.
Kendi Ayakları Üzerinde Durabilen Bir Çocuk Nasıl Yetiştirilmelidir?
Koruyucu olmak düşüncesiyle “işte düştü!” “işte düşecek!” “kendi başına gidemez oraya kadar” “yorulacak şimdi” “zıplamasın, başımıza iş alacağız aman!” diyerek çocuğun aslında kendine güven ve bağımsızlık geliştireceği sayılı alanlar olan tuvaletini yapmak, yürümek, koşmak, zıplamak gibi hareketlerini engellemiş ve ona hiç dillendirilmemiş bir “Sen bunları biz olmadan yapamazsın.” mesajı vermiş oluruz.
Ebeveynlerin bu evrede fiziksel hareketi mümkün olduğunca kısıtlamaması gerekir. Eğer ortamda panik bir anne varsa kısıtlayıcı davranışlarıyla çocuğun kuşku duymasına yol açar. Sonucunda çocuk tek başına hareket edebileceğinden kuşku duyar. Bu durum defalarca tekrarlandığında ise çocuk ileride bağımsız karar alamayan, sorumluluktan kaçınan birine dönüşür. Sonrasında da çevresindeki insanlara karşı şüpheci olur.
Bu dönemde özerk davranışlar sergileyen çocuk, aynı zamanda yetişkinin istek ve gücünün ve toplumsal beklentilerin farkına varır. Bu nedenle çocuk, doğru ya da uygun olmayan bir davranışını birisi fark ettiğinde utanç duyar.
Sonucunda çocuk, kimsenin kendisini görmediğinden emin olduğunda istediği şekilde davranmaya yönelecektir. Çocuğa kendini kontrol etme bilinci kazandırılırken özsaygısının korunması sağlanmalıdır. Fikrimizce, ileride kendi ayakları üzerinde duran bir çocuk yetiştirmek için yürümeye başladığı o ilk andan itibaren çocuğun gerçek anlamda ayakları üzerinde durmasına izin verilmesi gerekir.
Kaynaklar ve ileri okumalar
Overview of Erikson’s Stages of Development. Yayınlanma tarihi: 3 Ağustos 2022; Bağlantı: https://www.verywellmind.com
Erikson’s 8 Stages of Psychosocial Development, Explained for Parents. Bağlantı: https://www.healthline.com/
Yeri: https://www.matematiksel.org/erik-eriksonun-psikososyal-gelisim-kurami/
[Edited at 2023-12-02 20:10 GMT] ▲ Collapse | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER -tümü alıntı-- | Dec 5, 2023 |
NEUROMORPHE COMPUTER
:
Mit dem Gehirn als Vorbild zu besserer KI
Computerchips stoßen an ihre Grenzen, künstliche Intelligenz ist noch immer fehleranfällig und verbraucht Unmengen an Energie. Um diese Probleme zu lösen, wenden sich Forschende der Funktionsweise des Gehirns zu.
Yazı: Thomas Brandstetter
04.11.2023
Nicht nur die Software soll nach dem Vorbild des Gehirns funktionieren, sondern auch... See more NEUROMORPHE COMPUTER
:
Mit dem Gehirn als Vorbild zu besserer KI
Computerchips stoßen an ihre Grenzen, künstliche Intelligenz ist noch immer fehleranfällig und verbraucht Unmengen an Energie. Um diese Probleme zu lösen, wenden sich Forschende der Funktionsweise des Gehirns zu.
Yazı: Thomas Brandstetter
04.11.2023
Nicht nur die Software soll nach dem Vorbild des Gehirns funktionieren, sondern auch die Hardware.
Was noch vor 20 Jahren nach Sciencefiction klang, ist mittlerweile Realität: Menschen unterhalten sich wie selbstverständlich mit Chatbots und lassen sich von Sprachmodellen dabei helfen, Texte und Programmiercodes zu schreiben. Besucht man etwa die Website von OpenAI, um mit ChatGPT herumzuspielen, öffnet sich ein einfach gehaltenes Dialogfeld. Dort kann man ein paar Wortschnipsel eingeben und schon erscheint die Antwort der künstlichen Intelligenz (KI). Das Ganze funktioniert schnell und ohne großen Aufwand. Doch der Schein der Einfachheit trügt: Um das KI-Modell zu trainieren, mussten zahlreiche Supercomputer wochenlang auf Hochtouren laufen. Und sogar für den laufenden Betrieb sind riesige Rechenzentren nötig, die enorme Ressourcen verschlingen.
Die meisten KI-Forscherinnen und -Forscher konzentrieren sich darauf, einzelne Aufgaben umzusetzen. Sie trainieren ein Modell etwa speziell darin, entweder Sprache zu verarbeiten oder Bilder zu erkennen. Insbesondere in der Bilderkennung sind die Systeme inzwischen sehr gut geworden. Allerdings können kleinste Ungereimtheiten noch immer mitunter fatale Auswirkungen haben. So muss etwa ein autonom fahrendes Auto blitzschnell erkennen, ob eine Person auf die Straße stolpert oder ob es sich nur um einen harmlosen Zweig handelt, der gerade von einem Busch fällt. Während das schon einem Kleinkind ohne Mühe gelingt, ist das für intelligente Algorithmen eine große Herausforderung.
Um die automatisierte Bilderkennung, aber auch andere Bereiche des maschinellen Lernens weiter zu verbessern, wenden sich Forscherinnen und Forscher daher dem biologischen Vorbild zu: dem menschlichen Gehirn. Zehn Jahre lang haben 500 Fachleute von mehr als 150 Forschungseinrichtungen aus 19 europäischen Ländern daran gearbeitet, das Denkorgan zu entschlüsseln, zu kartieren und besser zu verstehen. Ausgestattet mit rund 600 Millionen Euro war das Human Brain Project eines der größten und ehrgeizigsten Forschungsvorhaben in Europa. Involviert waren Expertinnen und Experten aus so unterschiedlichen Fachrichtungen wie Neurowissenschaft, Medizin und Computertechnologie. Ihre Erkenntnisse sollen nicht nur die Hirnforschung selbst und mögliche medizinische Anwendungen nach vorne bringen, sondern auch Impulse für die Entwicklung neuer Informationstechnologien liefern. Nun ziehen die Forschenden Bilanz.
Simulation eines Mäusehirns
Besonders beeindruckend ist dabei eine Arbeit der Forschungsgruppe um den Neuroinformatiker Wolfgang Maass von der Technischen Universität Graz: Ihr ist es im Rahmen des Human Brain Projects erstmals gelungen, einen Teil des Mäusehirns zu simulieren. Das Team erschuf ein Computermodell des knapp 52 000 Neuronen umfassenden visuellen Kortex einer Maus, des bisher am genauesten untersuchten Teils eines Säugerhirns. Das auf diese Art simulierte neuronale Netzwerk war in der Lage, ähnliche visuelle Aufgaben zu erfüllen wie eine lebende Maus. Die Fachleute konnten also erstmals den Sehsinn eines Tiers nachbauen.
Die Idee, biologische Nervensysteme als Inspiration für künstliche Intelligenz zu nutzen, ist nicht neu. So basieren die am weitesten verbreiteten KI-Algorithmen auf so genannten neuronalen Netzen, die in ihrem Aufbau an den visuellen Kortex von Säugetieren angelehnt sind: Nervenzellen, die Neurone, sind in Schichten hintereinander aufgebaut und durch Synapsen miteinander verbunden. Informationen bewegen sich von vorne nach hinten durch ein solches System, wobei jede Nervenzelle die Daten verarbeitet, die sie von den zu ihr führenden Synapsen erhält. Allerdings stellen sie bisher keine genauen Kopien der biologischen Synapsen und Nervenzellen dar – was Maass und sein Team zu ändern versuchen.
Neuronales Netz | Ein neuronales Netz ist ein Algorithmus, der in seinem Aufbau dem menschlichen Gehirn nachempfunden ist. Er besteht aus Recheneinheiten, den »Neuronen« n und h, sowie geeigneten Gewichten w, die durch das Training bestimmt werden.
»Man darf sich das nicht wie einen realen Schaltplan der neuronalen Verbindungen vorstellen«, erklärt Maass. »Es handelt sich dabei vielmehr um statistische Informationen über die Verbindungswahrscheinlichkeiten zwischen den Neuronen.« Schließlich sei es nicht ohne Weiteres möglich, ein lebendes Mäusehirn zu vermessen und dabei jede einzelne synaptische Verbindung genau festzustellen. Stattdessen führten Biologen im Vorfeld eine Vielzahl von Experimenten an verschiedenen Mäusen durch: Die Tiere konnten sich auf einem Laufband bewegen, während sie über drei Monitore unterschiedlichen optischen Reizen ausgesetzt waren. Dabei vermaßen die Forscher mit bildgebenden, auf Lasern basierenden Methoden, die Gehirnvorgänge und ermittelten so die Wahrscheinlichkeiten dafür, dass einzelne Nervenzellen miteinander kommunizieren. Auf diesen Wahrscheinlichkeiten bauten Maass und seine Kollegen schließlich ihre Simulation des visuellen Kortex auf.
Um ihr künstliches neuronales Netz zu testen, haben die Forschenden ihrem Computerprogramm die gleichen Bilder vorgelegt, die sie den Mäusen in den vorangegangenen Experimenten vorgesetzt hatten. Diese zeigten etwa Abfolgen von einfachen Streifenmustern oder Aufnahmen anderer Tiere wie Hunde oder Papageie. Die Mäuse mussten jedes Mal reagieren, wenn ein neues Bild sich vom vorherigen unterschied – zur Motivation bekamen die Nager für richtig gelöste Aufgaben kleine Belohnungen. »Das ist schon eine recht komplexe Aufgabe, weil sich die Maus zum einen merken muss, wie das zuvor gezeigte Bild aussah, und zum anderen enthält so ein Bild sehr viele verschiedene Informationen«, sagt Maass. »Eine Maus schafft das mit einer Trefferquote von etwa 80 bis 90 Prozent und unser Computermodell hat am Ende die gleiche Trefferquote erzielt.«
Zudem stellten die Neuroinformatiker fest, dass die Sehfunktion ihres Modells deutlich weniger fehleranfällig war als die gewöhnlichen KI-Systeme, die klassischerweise für solche Aufgaben zum Einsatz kommen. Enthielten die Bilder etwa absichtlich eingefügte Bildstörungen in Form einiger falscher Pixel, entstanden im simulierten Mäusehirn bei der Klassifizierung weniger Fehler als in einem herkömmlichen künstlichen neuronalen Netz. »Das ist sehr wichtig etwa für das autonome Fahren, wo viele fatale Unfälle passieren können, wenn die Bildverarbeitung nicht richtig funktioniert«, sagt Maass.
Inzwischen zeigt auch die Industrie großes Interesse am biologischen Sehen, weil das Prinzip wesentlich energieeffizienter ist als die bisher eingesetzten Methoden. Während in einem künstlichen neuronalen Netzwerk immer alle Neuronen auf einen Reiz reagieren, sind die Nervenzellen des visuellen Kortex jeweils für sich genommen nur sehr selten aktiv. »Auf Bildern, wie sie den Mäusen gezeigt wurden, reagiert gerade einmal ein Prozent der Zellen«, sagt Maass. »Das ist ein sehr raffinierter, Energie sparender Prozess, den wir auf technische Anwendungen übertragen wollen.«
Nicht nur die Software soll das Gehirn imitieren
Um Bilder und Informationen wirklich effizient verarbeiten zu können, genügt es nicht, die Funktionsweise des Gehirns bloß auf Seiten der Software zu imitieren. Auch die Hardware, auf der die Berechnungen letztlich stattfinden, sollten dem biologischen Vorbild folgen.
Dieser Aufgabe widmen sich Forschende der Technischen Universität Dresden und der University of Manchester ebenfalls im Rahmen des Human Brain Project. Die von ihnen entwickelten SpiNNaker-Chips (Spiking Neural Network Architecture) werden als »neuromorph« bezeichnet, weil manche ihrer Funktionsweisen vom Gehirn inspiriert sind.
Das Auslesen der Speicher kann schon bald nicht mehr mit der Geschwindigkeit der Prozessoren mithalten
Die SpiNNaker-Chips verwenden zwar nach wie vor herkömmliche Transistoren als elementare Schaltelemente, mit denen auch gewöhnliche Computer funktionieren. Der Aufbau der Chips ist allerdings biologischen Nervensystemen nachempfunden. So ist das Gehirn etwa darauf ausgelegt, die über die Sinnesorgane eintreffenden Informationen auf das absolut Wesentliche zu reduzieren. Allein die Netzhaut mit ihren vier Zellschichten komprimiert die auf das Auge auftreffenden Informationen auf etwa ein Prozent. Daher kommen auch bei den SpiNNaker-Chips Codierungsprinzipien zum Einsatz, die redundante Informationen entfernen. Und während herkömmliche Computerhardware synchron und immer auf der gleichen Betriebsspannung sowie Taktfrequenz läuft, lassen sich die neuromorphen Prozessoren je nach Bedarf automatisch hoch- und wieder herunterfahren, um Energie zu sparen.
Neben dem hohen Energieverbrauch haben klassische Rechner weitere Nachteile, zum Beispiel dass die Verarbeitung und Speicherung von Daten baulich voneinander getrennt ist. Für jeden Rechenschritt muss das System die Werte aus dem Arbeitsspeicher holen und zum Prozessor leiten, um sie dort zu verarbeiten. Anschließend wird das Ergebnis wieder zurück in den Speicher transferiert. Dieser Vorgang ist sehr zeitaufwändig: Während die Prozessoren immer schneller werden, kann das Auslesen der Speicher mit dieser Geschwindigkeit schon bald nicht mehr mithalten.
Im Gehirn gibt es diese Trennung hingegen nicht. Im Zentrum der biologischen Informationsverarbeitung und -speicherung stehen die Synapsen. Sie bilden die Verbindungen zwischen den einzelnen Nervenzellen, über die sie ihre elektrischen Pulse, die Spikes, zu den benachbarten Neuronen schicken. Wird ein Neuron von genügend solcher Spikes angeregt, beginnt es seinerseits zu feuern, was die Datenverarbeitung in vollen Gang setzt. Gleichzeitig stimuliert das Feuern die Synapsen, was die Verbindungen zwischen den Neuronen verstärkt. Durch diese Verstärkung speichert ein biologisches Nervensystem die Information also unmittelbar während der Verarbeitung. Darüber hinaus setzt ein Lernprozess ein: Durch die Informationsverarbeitung passt sich das biologische Netzwerk an die aktuelle Aufgabe an.
Wie schafft man künstliche Synapsen?
In neuromorphen Ansätzen gibt es zwar bereits physische Neurone, doch die Synapsen werden bislang weiterhin über die Software realisiert. Ein Rechner schreibt also ständig die Stärke der Verbindungen, die so genannten Gewichte, in den Speicher, nur um sie beim nächsten Rechenschritt wieder von dort zurückzuholen. »Das kostet nicht nur Zeit, sondern verbraucht auch sehr viel Energie«, sagt Regina Dittmann. Die Elektrotechnikerin ist Professorin an der Justus-Liebig-Universität Gießen und stellvertretende Direktorin des Peter-Grünberg-Instituts im Forschungszentrum Jülich. Sie entwickelt neuartige, elektronische Bauelemente, die ähnliche Eigenschaften aufweisen wie biologische Synapsen. Diese »Memristoren« – ein Kofferwort aus Memory (Speicher) und Resistor (Widerstand) – sind im Wesentlichen elektrische Widerstände, deren Leitfähigkeit sich ändert, wenn Strom durch sie hindurchfließt. »Memristor-Netzwerke speichern die Gewichte [der Synapsen] direkt im Element selbst ab« – genau wie das biologische Vorbild.
Bisher existieren solche Netzwerke allerdings lediglich in Form von Prototypen, die aus einigen hundert Memristoren bestehen und damit einfache KI-Aufgaben bewältigen, wie handgeschriebene Ziffern zu erkennen. »Die Memristor-Technologie ist noch weit davon entfernt, große Aufgaben aktueller neuronaler Netze wie ChatGPT zu bewältigen«, sagt Dittmann. »Man wird Memristoren zunächst wohl eher im Internet-of-Things sehen, um vor Ort schnell Daten aufnehmen und klassifizieren zu können.« In solchen Fällen sei die Energieeffizienz oft ein zentraler Aspekt und die Menge der zu verarbeitenden Daten klein. »Wenn etwa ein Sensor daheim den Gesundheitszustand eines älteren Menschen überwachen oder Alarm schlagen soll, wenn dieser stürzt, ist das eine recht einfache Aufgabe. Die kann auch ein kleines Netzwerk ausführen«, sagt die Forscherin. »So ein Netzwerk lässt sich dann mit einer kleinen Batterie betreiben und kann seine Aufgaben vor Ort ausführen, ohne ständig Daten in eine Cloud zu transferieren.«
----
»Hirnforscher wünschen sich einen Memristor-Computer, mit dem sie das Gehirn simulieren können, um es besser zu verstehen«
Regina Dittmann
-----
Einer der Gründe für die geringe Leistungsfähigkeit von Memristor-Netzwerken ist, dass sich die einzelnen Memristoren nur ein- und ausschalten lassen: Man kann ihren elektrischen Widerstand nicht auf Zwischenzustände einstellen. Exemplare, deren Verbindungen sich wie bei ihren biologischen Vorbildern graduell verstärken beziehungsweise abschwächen lassen, existieren bisher nur in Laboratorien wie dem am Forschungszentrum Jülich und funktionieren noch nicht zuverlässig genug, um sie in großer Stückzahl herzustellen.
Bei der Entwicklung neuartiger Soft- und Hardware auf Basis von Memresistoren wird auch in Jülich Interdisziplinarität groß geschrieben. »Wir arbeiten sehr eng mit den Kolleginnen und Kollegen aus den Neurowissenschaften zusammen und versuchen, von ihnen zu lernen«, sagt Dittmann, die selbst nicht am Human Brain Project beteiligt war. »Und umgekehrt wünschen sich die Hirnforscher von uns einen Memristor-Computer, mit dem sie das Gehirn simulieren können, um es besser zu verstehen.«
Auch wenn das Human Brain Project nun offiziell abgeschlossen ist, werden die Fachleute für Hirnforschung und Informatik wohl weiterhin Hand in Hand arbeiten. Denn um leistungsfähige KI-Modelle (etwa für verlässliche autonome Fahrzeuge) zu entwickeln und den Energieverbrauch zu reduzieren, sind wir sowohl auf technologische als auch biologische Erkenntnisse angewiesen.
------------------
* Thomas Brandstetter
Der Autor ist promovierter Physiker, der im österreichischen Puchenau lebt. Er widmet sich als Wissenschaftsjournalist vor allem der künstlichen Intelligenz, der Robotik und den Beziehungen zwischen Mensch und Maschine.
Yeri: https://www.spektrum.de/news/neuromorphe-computer-rechnen-wie-das-gehirn/2196684
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Merak Nedir? Neden Bazı İnsanlar Daha Meraklıdır?
Merak insan deneyiminin ayırt edici özelliğidir. Peki neden?
Yazı: Nesibe Manav
03/08/2020 - Son güncelleme: 08/10/2023
“Özel bir yeteneğim yok, sadece tutkuyla meraklıyım.” der Albert Einstein. Bize merakımızın peşinden gitmemizi önerir. Gerçekten de hepimizin içinde bir yerlerde doğuştan gelen merak dürtümüz vardır.
Merak ederek öğrenir ve büyürüz. Merak, bizi Ay’ı keşfetmeye, en yüksek dağlara ve en derin okyanuslara gitmeye teşvik eden tüm bilim ve deneylerin itici gücüdür. Sonucunda tutkulu bir şekilde merak ederek öğrenmeye ve büyümeye devam edersek de daha da meraklı hale geliriz. Merak yeniliği, ilerlemeyi ve öğrenmeyi motive eder.
İnsanların yemek yeme dürtüsü vardır. Çoğalma dürtüsü vardır. Hayatta kalma dürtüsü vardır. Aslında aynı şekilde doymak bilmez bir öğrenme dürtüsü de bulunur. Merakın merak konusu olmasının nedeniyse, en azından görünüşte, belirli bir getirisinin olmamasıdır. Sonuçta bu yazıyı okumanızın hiçbir nedeni yoktur. Aslında merakın tam olarak bir tanımı bile yapılamaz.
Ayrıca hepimiz eşit derecede meraklı olmayız. Bazı insanlar sorgulamadan, araştırmadan yaşayamazlar. Bazıları ise sahip olduklarından ve gördüklerinden oldukça memnundur. Peki o zaman merakı tetikleyen şey nedir? Ayrıca neden bazı insanlar daha meraklı olur?
İnsan Neden Merak Eder?
Beynimiz bizi iyi davranışlar için ödüllendirir. Karnımızı doyurduğumuzda, sevdiğimiz bir şey yaptığımızda beynimiz bize “Aferin – al sana endorfin” der. 1998’de sinirbilimci Jaak Panksepp bu sisteme, beynin yedi temel duygusal işlevinden birini (korku, panik ve oyun gibi) oluşturan “arama sistemi” adını verdi. Arama sistemi, bizi keşfetmeye, yemek yemeye ve konfor alanımızın ötesine geçmeye teşvik eden şeydir.
Bu hedefe yönelik bir sistemdir. Bu hedefe erişilmesi durumunda da çeşitli ödül mekanizmaları devreye girer. Aslında bu, insanları macera aramaya, risk almaya iten bir evrim mekanizmasıdır. Sonucunda böyle bir sisteme sahip olmasaydık, muhtemelen çalışma odamızın ötesini bilemezdik. Nörobilimsel düzeyde, bu sistemin arkasındaki ödül mekanizması mezolimbik yol olarak bilinir.
Bir arzuyu veya merakı giderdiğinizde, beyninizin merkezinde yer alan ventral tegmental alan (VTA) adı verilen bir kısım dopamin üretir. Bu hormon daha sonra beyninizin ön tarafına yakın olan orbitofrontal kortekse giden bir yol boyunca iletilir.
Bunun yanında, merakın genetik bir bileşeni de vardır. Genler ve çevre, bireyleri şekillendirmek ve merakları da dahil davranışlarına rehberlik etmek için birçok karmaşık yolla etkileşime girer. 2007 tarihli bir araştırmaya göre, araştırmacılar özellikle bir tür kuş cinsinde daha yaygın olan, çevresini keşfetmeye hevesle ilgili, belirli bir gende meydana gelen değişiklikleri belirlediler. İnsanda ise, bu gende meydana gelen ve DRD4 olarak bilinen mutasyonlar, bir kişinin yenilik arama eğilimiyle ilişkilendiriliyor.
Merak, Merakı Tetikler
Beynimizin her bölümü daha fazla kullanımla daha hızlı ve daha verimli hale gelir. Bir görevi veya belirli bir davranışı ne kadar çok yaparsak, çeşitli nöral yolla güçlenir. Çoğumuz okumayı, araba kullanmayı veya yürümeyi düşünmek için neredeyse hiç duraksamayız. Bunun nedeni, bu davranışların sinirsel yollarının düzenli kullanımla yerleşik hale gelmiş olmasıdır.
Bir çocuk büyüdükçe, biyolojileri onları doğal olarak belirli risk arama davranışlarında ödüllendirecektir. Ergenlik çağındaki bir çocuğu olan veya tanıyan herkes, sürekli sınırları zorlamanın ne demek olduğunu anlayacaktır.
Yeni doğan bir bebek kısa bir sürede inanılmaz miktarda bilgi öğrenmek zorundadır. Yüzlerce çalışma, bebeklerin yeniliği tercih ettiğini göstermektedir. Ayrıca 1964 yılında yapılmış klasik bir çalışmada, bir psikolog, 2-6 ay arasındaki bebeklerin karmaşık görsel bir desene baktıkça desenle daha az ilgilendiklerini gösterdi. 1983’te yapılan başka bir araştırma, biraz daha büyük (8-12 aylık) bebeklerin oyuncaklara alıştıklarında, bebek bakanların çok iyi bildiği bir durum, yenilerini tercih ettiklerini gösterdi.
Algısal Merak
Bu yenilik tercihinin bir adı var: algısal merak. Hayvanları, bebekleri ve muhtemelen yetişkin insanları, alıştıktan sonra onlarla daha az ilgilenmeye başlamadan yeni şeyler keşfetmeye ve aramaya motive eden şey budur. Bu çalışmaların gösterdiği gibi, bebekler bunu her zaman yapar. Ama bu sadece bebeklere özgü değil.
Kargalar algısal merakı bir öğrenme aracı olarak kullanmakla ünlüdür. Örneğin, çevrelerini keşfetme dürtüsü muhtemelen kargaların ulaşılması zor yarıklardan larvaları balık gibi avlamalarına yarayacak basit araçlar kullanmayı öğrenmelerine yardımcı olur. Algısal merak problem çözme ve bilgi boşluklarını ortadan kaldırma ile ilgilidir. Sonucunda, bir gizemin arkasındaki sırları merak etmeniz algısal meraktır.
Epistemik Merak
Başka bir merak türü de özel olarak insana özgüdür. Psikologlar bunu epistemik merak olarak adlandırır ve bu bilgi aramak – belirsizliği ortadan kaldırmakla ilgilidir. Epistemik merak, yaşamın ilerleyen dönemlerinde ortaya çıkar. Aslında, mucitlerin ve bilim insanlarının çalışmalarının arka planındaki itici güçtür. Princeton Üniversitesi’nde antropoloji profesörü Agustín Fuentes’e göre, bu merak türü insanları diğer hayvanlardan ayıran şeydir.
El baltalarından akıllı telefonlara, farklı teknolojilerin icat edilmesiyle dünyanın neredeyse her köşesini doldurmamıza yol açtı. Fuentes, “İnsanlar, doğayı basitçe değiştirmenin ötesinde, bu tür bir meraktan doğan tüm yeni olasılıkları hayal etme ve icat etme yoluna gitti” diyor.
Sonuçta, merak yaşantımız için gerekli evrimsel bir mekanizmadır. Yazımızı Leonardo Da Vinci’ye ait olduğu düşünülen bir söz ile kapatalım. “Hayata doymak bilmez bir merakla yaklaş ve kesintisiz öğrenmek için sürekli arayış içinde ol. “
------
Kaynaklar ve İleri okumalar:
Why are humans so curious?; Yayınlanma tarihi: 19 Temmuz 2020; Bağlantı: https://www.livescience.com/
Fidler, A. E., van Oers, K., Drent, P. J., Kuhn, S., Mueller, J. C., & Kempenaers, B. (2007). Drd4 gene polymorphisms are associated with personality variation in a passerine bird. Proceedings of the Royal Society B: Biological Sciences, 274(1619), 1685-1691.3- https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/14191712/
How Do You Learn to Walk? Thousands of Steps and Dozens of Falls per Day; Yayınlanma tarihi: 18 Ekim 2012; Bağlantı: https://journals.sagepub.com/
Discover Interview: Jaak Panksepp Pinned Down Humanity’s 7 Primal Emotions; Yayınlanma tarihi: 31 Temmuz 2012; Bağlantı: https://www.discovermagazine.com/
Yazının yeri: https://www.matematiksel.org/merak-nedir-merak-geni-var-midir-neden-bu-kadar-merakliyiz/
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Genetik Mühendisliği Ne Kadar Etik Ne Kadar Değil?
Yazı: Melike Üzücek
03/11/2023 - Son güncelleme: 03/11/2023
Genetik modifikasyon veya genetik manipülasyon olarak da adlandırılan genetik mühendisliği; bir organizmanın genlerinin laboratuvar şartlarında, teknoloji kullanılarak değiştirilmesi ve manipüle edilmesidir. Genetik mühendisliğinde geliştirilmiş veya yeni organizmalar üretmek için tür sınırları içinde ve arasında genlerin transferi de dahil olmak üzere, hücrelerin yapısını değiştirmek amacıyla bir dizi teknoloji kullanılır.
Buradan bakınca genetik mühendisliği oldukça havalı bir alan gibi görünüyor. Hiç şüphesiz de öyle. Sonuçta tüm canlıların o şekilde olmasını sağlayan bir genetik materyali, yani DNA’sı var. İnsanoğlu da kendi DNA’sının yapısını ve işleyişini kavramaya başladığından beri DNA’ya hükmedip hükmedemeyeceğimizi sorguladı. Ve bugün genetik bilimi sayesinde bunu belli oranda başarabiliyoruz.
Ancak genetik mühendisliğiyle ilgili ufak bir sorunumuz var: Etik. Bilimin birçok uygulamasında karşımıza çıkan etik, burada da devreye giriyor. Kimileri etiğin genetik mühendisliği gibi alanların önünü kestiğini savunurken, kimileri de etiğin bu tarz alanlarda bilimin “önünü kesmesi gerektiğini” savunuyor. Peki sizce etik, genetiğin peşini bırakmalı mı? Ya da genetik mühendisliğinin kendisi ne kadar etik, ne kadar değil?
Bunun İçin Öncelikle Genetik Mühendisliği Uygulamalarının Nasıl Çalıştığını Anlamaya Çalışalım
Bakterilere uygulanan bir genetik değişim, genetik mühendisliğinin nasıl çalıştığı konusunda güzel bir örnektir. Eğer bu tarz bir projeden sorumluysanız ekibinizin çoğaltmaya değecek bir şeyler bulması gerekiyor. Aslında çoğaltmaktan kastımız da bakterilere ürettirecek bir şeyler bulmaktır.
Mesela parlayan bir kurbağa üretmek istiyorsunuz. Bunun için kurbağalara parlamalarını sağlayacak genleri vermeniz gerekir. Bunu yapmak içinse parlama özelliğine sahip bir canlıdan ona bu özelliği veren geni (örneğin fotolüminesan proteini kodlayan bir gen) bulmalısınız. Daha sonra elde ettiğiniz bu geni kurbağa DNA’sında uygun bir yere yerleştirmelisiniz.
Ayrıca geni hedefe (kurbağaya) yerleştirmek için bir de vektöre ihtiyacınız vardır. Vektör, genin alıcı organizmaya aktarılmak üzere içine yerleştirilebileceği bir DNA parçasıdır. Vektörler genellikle bakteriden veya mayalardan gelir.
//Genetik mühendisliği uygulamalarına başka bir örnek daha: İnsülün üretimi. Bu uygulama sayesinde diyabet hastaları için insülin iğneleri üretebiliyoruz. Bunu yapmaksa son derece basittir. Bakterinin plazmit DNA’sına insülin üretiminden sorumlu geni ekliyoruz. Sonrasında bu yeni plazmit DNA’yı yeniden bakteriye veriyoruz. Bu sayede bakteri çoğaldıkça insülin üretimi yapmış oluyor. Biz de bu insülinleri izole edip ilaç haline getirip kullanıyoruz.///
Teoride genetik mühendisliği uygulamaları genelde oldukça basittir. Ancak gerçekte durum biraz farklıdır. Bu uygulamaları prokaryot canlılarda gerçekleştirmek daha kolaydır. Çünkü prokaryotların hepsi tek hücrelidir ve nispeten az miktarda DNA’ya sahiptir. Ve tahmin edebileceğiniz gibi bir bakterinin DNA’sını manipüle etmek bir keçininkini etmekten çok daha kolaydır.
Tabi bakterilerle çalışmayı tercih etmemizin tek sebebi bu değil. Bakteri DNA’sıyla istediğimiz gibi oynayabilmemiz de bu durumun sebeplerindendir. Çünkü bir insanın ya da hayvanın genleriyle oynamakla bir bakterinin genleriyle oynamak aynı şey değildir. Hem söz konusu bakteriler olduğunda kim etikten bahseder ki, öyle değil mi?
Genlerle Oynamak Ne Kadar Masum Bir Uğraş?
Moleküler hücre biyolojisinin ortaya çıkışıyla İnsan Genom Projesi’nin başlamasına imkan verdi. 2000’lerin başından itibaren ise moleküler hücre biyolojisi alanında birçok gelişme meydana geldi. Bu sayede daha etkili tedavi yöntemleri ve ilaçlar geliştirildi. Ancak bu gelişimin bazı tuhaf ürünleri de olacaktı.
Örneğin artık klonlama gibi uygulamalar bilim kurgu olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşmüştü. Hücre biyolojisi ve genetikteki ilerlemeler devam ettikçe de daha birçok çılgın fikrin gerçek olabileceğini görmeye başlamıştık. İşte etik de kendisini bu sayede göstermeye başlamıştı. Çünkü bu uygulamaların ne gibi etik sorunlara yol açacağı merak konusuydu.
//İnsan Genom Projesi (Human Genome Project), insan DNA’sını oluşturan baz çiftlerini belirlemek, insan genomunun tüm genlerini fiziksel ve işlevsel açıdan tanımlamak ve gen haritasını çıkarmak amacını güden uluslararası bir bilimsel araştırma projesidir. Farklı ülke ve kurumların iş birliğiyle yürütülen en büyük biyoloji projesidir. 1990 yılında başlayan bu proje, 14 Nisan 2003’te tamamlanmıştır. Görselde gördüğünüz kitaplıktaki kitaplarsa insan genomunun bir kitap serisi olarak sunulan ilk çıktısıdır. Bizi biz yapan her şey o sayfalarda yazılı haldedir.///
Mesela karanlıkla parlayan bir kurbağa yaratma fikri eğlenceli gelebilir. Ama bu bile bazı etik sorunlar doğurur. Çünkü kurbağayı geceleri parlar hale getirirsek avcılar onu daha kolay avlayacaktır. Bunu yapmaya ve doğal dengeyi bozmaya sizce hakkımız var mı?
Bu yüzden de biyoetikçiler, sosyologlar, antropologlar ve diğer bilim insanları genetik mühendisliğinin gelişmesiyle beraber ortaya çıkan bu sorunlar üzerine kafa yoruyor. Mesela bir insan klonlamak mümkün mü? Ya da klonlamalı mıyız? Aslında bu soruya cevap vermek pek çok soruya nazaran daha kolay. Çünkü insan klonlamanın getireceği olumsuzluklar açıktır.
Peki gelişen tıp bilimi sayesinde anne karnındaki bir bebeğin ileride ne gibi ciddi hastalıklar yaşayacağını önceden bilmek ve ona göre müdahale etme fikrine ne dersiniz? Sizce bunu yapmalı mıyız? Bebeklerimizi daha güçlü, daha zeki, daha sağlıklı olacak şekilde “tasarlamanın” neresi kötüdür?
Bebeğinizi Tasarlamak İster misiniz?
//Tasarlanmış bebekler, belki de genetik mühendisliğindeki en tartışmalı konudur. Çünkü bazı insanlar ebeveynlerin, çocuklarının gen özelliklerini seçmesi gerektiğini savunuyor. Diğerleriyse bu durumun ciddi etik sorunlara yol açacağını savunuyor.///
Tasarlanmış bebek terimi, genleri belirli özellikleri üretmek için yapay olarak seçilmiş bir bebeği ifade eder. Bu işlem çeşitli şekillerde yapmak mümkündür. Fakat en popüler yöntem, preimplantasyon genetik tanı (PGT) yöntemidir. PGT, genetik hastalıkları tespit etmek için uygulanan tipik bir prosedürdür. Ancak belirli göz renklerine, saç renklerine veya başka fiziksel özelliklere sahip embriyoları seçmek için de kullanılmaktadır.
Bununla birlikte bu yöntemlerin çeşitli olumsuz etkilerinin olabileceğini de unutmamak gerek. Çünkü her bir gen tek bir özellikten sorumlu değildir. Yani mavi gözlü bir çocuğunuzun olması için mavi göz geninde bir değişiklik yaptığınızda çocuğunuzun başka bir özelliğiyle ilgili bir sorun ortaya çıkma olasılığı vardır.
Tasarlanmış bebeklerle ilgili ortada hiçbir teknik sorun olmasaydı da bazı insanlar yine de bunun yanlış olduğunu savunuyor. Çünkü bu durumu bir nevi insanlığın haddini aşması ve yaratıcı rolü oynaması gibi görüyorlar.
//Aynı zamanda tasarlanmış bebekler meselesi, birçok felsefi ve ahlaki soruyu da beraberinde getiriyor.///
Bir de elbette işin sosyo-ekonomik tarafı var. Zengin ebeveynler akranlarından daha sağlıklı ve zeki çocuklar dünyaya getirebilecektir. Bu da toplumda bir eşitsizliğin oluşmasına sebep olacaktır. Ve toplumdaki tek fark, tasarlanmış bebekler yüzünden olmayacaktır. Çünkü işin bir de transhümanizm boyutu var.
Transhümanizm ve Genetiğin Birleştiği Nokta
Genetik mühendisliğinin gelişimiyle beraber transhümanizm fikri gittikçe popülerleşmeye başladı. Elon Musk, Mark Zuckerberg gibi teknoloji devleri tarafından da trasnhümanizm ana akım haline getirilmeye başlandı. Peki transhümanizmle genetik arasında nasıl bir bağlantı var?
Transhümanizmin ne olduğundan ve daha birçok yönünden başka bir yazımızda bahsetmiştik. Yine de transhümanizmi kısaca tanımlamakta fayda var. Transhümanizm; insanın zihinsel ve fiziksel yeteneklerini geliştirmek için teknolojiyi kullanmayı amaçlayan felsefi ve sosyal bir harekettir. Bu fikrin savunucuları teknoloji yardımıyla hastalık, yaşlılık ve ölüm gibi insanı sınırlayan birçok durumu yenebileceğimizi savunurlar.
Aslında transhümanist fikirler hiç de yeni değildir. Hatırlayın bilimin başlangıcında da daha uzun yaşamanın ve ölümsüzlüğün sırlarını arıyorduk. Bu durum elbette transhümanizmin sorunsuz olduğu anlamına gelmez. Evet, hastalıklara çare bulmak gibi şeyler güzel amaçlardır. Ancak bir üst insan yaratma çabasının sosyal eşitsizliği arttıran bir çeşit öjeniye sebebiyet verme ihtimali vardır.
Ayrıca çeşitli felsefi ve ahlaki sorunlarla da karşıya karşıya kalırız. Theseus’un gemisinde olduğu gibi, genetiği değiştirilmiş bir insan veya tasarlanmış bir bebek ne kadar insandır? Daha ne kadar değişirsek insan kalmaya devam edebiliriz?
Genetik Mühendisliği Uygulamalarının Hiç mi Güzel Yanı Yok?
Elbette var. Örneğin genetik mühendisliğinden fayda en çok fayda sağladığımız yerlerden biri, gıda sektörü. Bu uygulamalar sayesinde bitkilerin genleriyle oynayarak onları hastalıklara karşı daha dirençli hale getiriyoruz. Ya da bu uygulamaları yeni tedaviler ve ilaçlar geliştirmek için kullanıyoruz. Hatta genetik mühendisliği sayesinde kanser konusunda da yol kat etmiş durumdayız.
Veya gen terapisi sayesinde hastalıklara çare bulmak da mümkündür. Gen terapisinde sahip olması gereken genlere sahip olmayan hastalara söz konusu genler verilerek tedavi edilebilirler. Hatta bilim insanları, nörodejeneratif bir bozukluk olan Parkinson hastalığı tedavisinde de gen terapisiyle tedavi üzerine çalışıyor.
Sonuç Olarak Genetik Mühendisliği Ne Kadar Etik?
İnsan yaşamının ve faaliyetinin birçok yerinde iyice kendini göstermeye başlayan genetik mühendisliğinin etik bağlamındaki etkilerinden yazımız boyunca bahsettik. Kimilerinin genetik mühendisliğini gelecek için güzel bir fırsat olarak, kimilerininse insanlığın haddini aşması gibi gördüğünden de bahsettik. Peki hangi taraf haklı?
Bu soruya net bir cevap vermek pek mümkün değil. Evet, genetik mühendisliği sayesinde birçok hastalığı alt edebiliriz. En önemlisi de kalıtsal hastalıkların üstesinden gelebiliriz. Diyelim ki bunu yaptık. Orak hücreli anemide olduğu gibi bir durum karşımıza çıkarsa ne olacak?
//Orak hücre anemisine sebep olan “kötü” genler, bu hastalık geninin heterozigot durumunda genellikle sıtmaya karşı bir direnç sağlar. Yani genlerinde orak hücre anemisi olmasına sebep olacak bir gene sahip bebeğin bu genleri sizce kesilmeli midir? Eğer bu genleri kesersek birey orak hücreli anemi olmayacak belki ama sıtmaya karşı direncini de kaybedecek.///
Bu yüzden genetik mühendisliği uygulamalarını kötülemek ya da övmek gereksizdir. Önemli olan elde ettiğimiz bilgilerle hiçbir canlıya ve ekosisteme zarar vermeden doğru olanı yapmaya çalışmaktır. Ve doğru olanı da bize söyleyecek olan bilim değildir. Bilim bize sadece evrensel gerçekleri söyler. Doğru olanı, iyi olanı yapmaksa insanın görevidir.
-----------------
Kaynaklar ve İleri Okumalar
Genetic Engineering: Is It Ethical? ; Bağlantı: Genetic Engineering: Is It Ethical? (thecollector.com) ; Yayınlanma tarihi: 10 Aralık 2022
Ethics of Genetic Engineering ; Bağlantı: Genetic Modification: Definition, Types, Process, Examples (sciencing.com) ; Yayınlanma tarihi: 9 Mayıs 2019
----
* Melike Üzücek
Ankara Fen Lisesi'nden mezun oldum. Erdemli insanların yetişmesinde en önemli unsurun eğitim olduğunu düşündüğüm için lisans eğitimime matematik eğitimi üzerinden devam ediyorum. Kitap okumayı yazarların zihinlerine, düşünce dünyalarına girmek olarak gördüğümden kitap okumak benim için boş zaman aktivitesinden çok daha farklı bir konumdadır. Araştırma yapmayı ve sorgulamayı seven biriyim. Matematik ve biyoloji başta olmak üzere felsefe, astronomi, modern fizik ile ilgileniyorum.
Yazının yeri: https://www.matematiksel.org/genetik-muhendisligi-nedir/
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Sahra Çölü Neden Her 21.000 Yılda Bir Yemyeşil Bir Araziye Dönüşüyor?
Yazı: Sibel Çağlar
19/10/2023 - Son güncelleme: 19/10/2023
“Çöl” deyince çoğu insanın aklına Sahra çölünün dalgalı kum tepeleri, göz alabildiğine uzanan devasa, hareketli kum yığınları gelir. Filmlerin, televizyon programlarının ve popüler kültürün bize anlattıkları bunlardır. Gerçekten de günümüzde 9.2 milyon kilometrekarelik bir alanı kaplayan Sahra Çölü günümüzde bu şekilde görünmektedir. Ancak tarihe baktığımız zaman bu durum her zaman geçerli değildi.
//Sahra Çölü, Kuzey Afrika’nın büyük bir bölümünü kaplayan, dünyanın en büyük sıcak çölüdür. Bu çöl, 9.2 milyon kilometrekarelik bir alanı kaplar. Cezayir, Çad, Mısır, Libya, Mali, Moritanya, Fas, Nijer, Sudan ve Tunus dahil olmak üzere birçok Afrika ülkesinin bazı kısımlarını içerir. Sahra Çölü’nün büyük bir kısmı gelişmemiştir ve çeşitli bir topoğrafyaya sahiptir.///
Bir zamanlar, bugün dünyanın en büyük sıcak çölü olarak bildiğimiz yer tanınmaz haldeydi. Afrika’nın artık kurumuş olan bu kuzey şeridi bir zamanlar yeşil ve canlıydı. Göller, nehirler, çayırlar ve hatta ormanlarla doluydu. Ayrıca gelecekte bir gün yine eski haline dönme ihtimali de var. Çünkü Sahra Çölü her 21.000 yılda bir kurak bir çölden yemyeşil ormanlık alana dönüşmektedir. Sahra’nın yeşil bir ormanlık alan olduğu son dönem, 15.000 ila 5.000 yıl önce yaşandı.
//Sahra Çölü, Afrika kıtasının yaklaşık %10’unu oluşturduğundan, Sahra genellikle dünyanın en büyük çölü olarak anılmaktadır. Ancak bu tamamen doğru değil çünkü burası yalnızca dünyanın en büyük sıcak çölü. Çölün yılda 250 mm’den az yağış alan alan olarak tanımlanmasına göre, dünyanın en büyük çölü aslında Antarktika kıtasıdır.///
Sahra Çölünün Altında Ne Var?
Sahra Çölü’nün kumları altında su kaynakları olduğunu uzun zamandır biliyoruz. 2010 yılında yapılan çalışmalar sonucunda bilim insanları tarih öncesi bir megagölün kanıtlarını keşfetmişlerdi. Bu göl günümüzden yaklaşık 250.000 yıl önce Nil Nehri’nin Tushka Vadisi yakınlarında alçak bir kanaldan geçmesiyle oluşmuştu. Aşağıdaki görselde bir büyük bir de küçük iki farklı gölü görebiliyorsunuz.
//2010 yılında araştırmacılar, su ve rüzgarla biriken tortullarını inceleyerek ve çöl kumlarının altındaki ana kayayı radar cihazı sayesinde görüntüleyerek antik gölün profilini oluşturdular///
Sahra çölünün bir zamanlar bambaşka bir yer olduğuna dair tek kanıt ise bu göller değil. Sahra Çölü’nden elde edilen arkeolojik bulgular arasında belki de en dikkat çekicileri, yaklaşık 9.000 ila 6.000 yılları arasında tarihlendirilen “Yüzücüler Mağarası”ndan (İng: “Swimmers’ Cave”) elde edilenlerdir. Bu mağara, duvarlarında yüzen insanlar tasvir edilmiştir. Bu da bölgede, bir zamanlar göllerin olabileceğini göstermektedir.
//Yüzücüler Mağarası, Sahra’nın Libya Çölü bölümündeki dağlık Gilf Kebir platosunda antik kaya sanatına sahip bir mağaradır.///
Sahra Çölü Neden Ve Nasıl Dönüşüyor?
11.000 ila 5.000 yıl önce, son buzul çağının sona ermesinin ardından Sahra Çölü dönüşüme uğradı. Kum tepelerinin üzerinde yeşil bitki örtüsü büyüdü ve artan yağışlar çukurlukları göllere dönüştürdü. Kuzey Afrika’nın yaklaşık 9 milyon kilometre karesi yeşile döndü. Sonrasında da bölgede suaygırları, antiloplar, filler gibi hayvanlar yaşamaya başladı.
Sahra’nın yeşile geçişi, Dünya’nın eğiminin değişmesi nedeniyle gerçekleşti. Yaklaşık 8.000 yıl önce eğim yaklaşık 24,1 dereceden günümüzdeki 23,5 dereceye doğru ilerlemeye başladı. Bu küçük eğim değişimi dünyamıza açısından büyük anlam taşıyordu. Şu anda Kuzey Yarımküre kış aylarında güneşe en yakın konumdadır. ( Bu mantık dışı gelebilir ama mevcut eğim nedeniyle Kuzey Yarımküre kış mevsiminde güneşten uzaklaşır.) Ancak Sahra Çölünün yeşil döneminde, Kuzey Yarımküre yazın güneşe en yakın konumdaydı.
//Kuzey Yarımküre’nin kış aylarında (sağda) yaz aylarına göre güneşe daha yakın olduğuna dikkat edin///
Bu durum yaz aylarında Dünya’nın Kuzey Yarımküresinde güneşin etkisinin artmasına neden oldu. Bu artış, kara ve okyanus arasındaki sıcaklık farklarının neden olduğu, mevsimsel Afrika musonunu güçlendirdi. Sahra’da artan sıcaklık, nemi Atlantik Okyanusu’ndan çorak çöle taşıyan bir alçak basınç sistemi yarattı. Artan nem Sahra Çölünün yeşillenmesi için yeterliydi. Son nemli dönemde Sahra avcı-toplayıcılarla doluydu.
Ancak 8.000 ila 4.500 yıl önce tuhaf bir şey oldu: Nemden kuruya geçiş, bazı bölgelerde yalnızca yörüngesel hareketle açıklanamayacak kadar hızlı gerçekleşti ve bugün bildiğimiz Sahra Çölü ortaya çıktı. Peki ama neden? Aslına bakarsanız bu sorunun cevabı hala tam olarak verilemiyor. Kimi araştırmacılar bunu insan kaynaklı bir etki olarak yorumlarken kimileri de yörünge hareketinin normal bir sonucu olarak değerlendiriyor.
//Çölün yaklaşık %25’i kum tepelerinden oluşur ve bunların bazılarının yüksekliği 152 m’nin üzerine çıkar.///
Dünyanın Eksen Eğimi Neden Değişti?
Dünyanın hareketlerinden bahsettiğimiz zamanlarda, kendi etrafında ve Güneş’in etrafında olmak üzere, iki tür hareketten bahsederiz. Oysa ki üçüncü bir hareketi daha vardır. Bu hareket ise yalpalama hareketidir. Şeklinin kusursuz bir küre olamamasından kaynaklanan bu yalpalama hareketini, bir topacın kendi etrafında dönerken yaptığı harekete benzetebilirsiniz. Güneş ve Ay’ın çekim kuvvetlerine bağlı olarak oluşan bu hareketin bir tam turu 23.000 yılda gerçekleşmektedir. Bu yalpalama, Kuzey Yarımküre’yi yaz aylarında güneşe daha yakın konumlandıran şeydir.
Kanıtlar bize Yeşil Sahra’nın tekrar tekrar meydana geldiğini gösteriyor. Sahra Çölünün tekrar yemyeşil hale gelmesinin de MS 12000 veya MS 13000’de tekrar gerçekleşeceği öngörülüyor. Yakın tarihte yayınlanan bu son araştırma ise Sahra Çölünün bu periyodik geçişlerini doğruladı. Sonuç olarak bizler göremeyecek olsak da Sahra Çölü gelecekte bir gün yine yeşillenecek.
-------------
Kaynaklar ve ileri okumalar
Armstrong, E., Tallavaara, M., Hopcroft, P.O. et al. North African humid periods over the past 800,000 years. Nat Commun 14, 5549 (2023). https://doi.org/10.1038/s41467-023-41219-4
The Sahara Desert—Yes, That One—Remarkably Grows Green Every 21,000 Years. Yayınlanma tarihi: 17 Ekim 2023. Kaynak site: Popular science. Bağlantı: The Sahara Desert—Yes, That One—Remarkably Grows Green Every 21,000 Years
Ancient megalake discovered beneath Sahara Desert. Yayınlanma tarihi: 19 Kasım 2010. Kaynak Site: Smithsonian Sparks Bağlantı: Ancient megalake discovered beneath Sahara Desert
Could the Sahara ever be green again? Yayınlanma tarihi: 27 Nisan 2020. Kaynak site: LiveScience. Bağlantı: Could the Sahara ever be green again?
Yazının alındığı yer: https://www.matematiksel.org/sahra-colu-neden-yeserdi/
[Edited at 2023-12-06 05:39 GMT] ▲ Collapse | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER --tamamıyla Hürriyet gazetesinden alındı-- | Dec 8, 2023 |
Düdüğünü asan Ali Palabıyık istifa sürecini anlattı: 'Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray beni istememiş! Kariyerimi bitiren maç...'
Söyleşi: Murat Fevzi Tanırlı
Oluşturulma Tarihi: 8 Aralık 2023 - 07:00
Güncelleme Tarihi: 8 Aralık 2023 - 08:44
25 Temmuz 2023’te düdüğünü asan FIFA kokartlı eski hakem Ali Palabıyık, kendisini istifaya götüren süreci Hürriyet'e anlattı.
... See more Düdüğünü asan Ali Palabıyık istifa sürecini anlattı: 'Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray beni istememiş! Kariyerimi bitiren maç...'
Söyleşi: Murat Fevzi Tanırlı
Oluşturulma Tarihi: 8 Aralık 2023 - 07:00
Güncelleme Tarihi: 8 Aralık 2023 - 08:44
25 Temmuz 2023’te düdüğünü asan FIFA kokartlı eski hakem Ali Palabıyık, kendisini istifaya götüren süreci Hürriyet'e anlattı.
FIFA kokartıyla Şampiyonlar Ligi’nde maç yönetme gururunu yaşarken hakemlikten koparılmak... Son üç sezonda hem zirveyi hem dibi görmek... 3 büyüklerin ağız birliğiyle ‘İstemiyoruz!’ dedikleri isim olmak...
İlk röportajını Fransa’nın başkenti Paris semalarında Hürriyet’e veren Ali Palabıyık’la sohbetimizi “Hocam yoksa ülkeni de mi terk etmeni istediler?” esprisiyle başlattım... Yaşadıklarıyla, yaşatılanlarla, hatasıyla sevabıyla, bilinmeyen yönleriyle karşınızda Ali Palabıyık...
‘YAŞANAN OLAYLAR UEFA’NIN BANA BAKIŞ AÇISINI DEĞİŞTiRDi’
KARiYERiMi RiZE-G.SARAY MAÇI BiTiRDi
FIFA kokartlı 1. kategori hakemi Ali Palabıyık’ın kariyeri neden bitti?
RİZE-G.Saray maçının son dakikasında verdiğim kararla hakemlik kariyerim bitirildi. Ülkemde hakemlik yapamadığım gibi UEFA’da da hem maçım hem de UEFA kış semineri davetim geri çekildi. Bu olaylar sonrası UEFA’nın bana bakış açısı değişti, Avrupa’da yönettiğim maçların kalitesi dahi düştü. Türkiye’de bize ağabeylik ve hocalık yapan, içimizde olan faktörler de devreye girdi. Cüneyt Çakır ve Fırat Aydınus’tan sonra Şampiyonlar Ligi’nde görev almak benim için büyük gururdu. Daha da yukarılara giderim derken, son çıktığım Şampiyonlar Ligi maçındaki gözlemci notum UEFA Hakem Kurulu müdahalesiyle değiştirildi. Şampiyonlar Ligi’ndeki 3 maçım da çok güzel geçti lakin devamı gelmedi maalesef.
‘BANA HAKEMLiĞi BIRAKTIRAN TFF BAŞKANI ÇEVRESiNiN ETKiSiNDE KALDI’
TEŞEKKÜR PLAKETiNi KABUL EDEMEZDiM
Hakemliği bırakma aşamasında neler yaşandı?
MHK Başkanı Ahmet İbanoğlu’na ‘TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin beni kadroda tutmak istemediğini, eğer kendisine böyle bir baskı gelirse gereğini yapacağımı’ belirttim. Nihayetinde ‘TFF bünyesinde bana bakışın olumlu olmadığını’ söyledi ve FIFA hakemi olarak istifamı gönderdim. Bu karar TFF’de paylaşıldıktan sonra MHK başkanı sezon başı seminere davet ederek, TFF başkanının teşekkür plaketi vereceğini söyledi. TFF başkanının çevresinin etkisinde kalarak, güvenmediği ve hakemliği bıraktırdığı birine “Türk futboluna katkılarınız için teşekkür ederiz” diyerek plaket vermesini kabul etmem söz konusu olamazdı. ·
VAR neden olmadı?
Önce ‘neden olmasın’ dendi. Hatta TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin onayıyla bu görevi kabul edip, 01.08.2023 tarihinde dilekçemi göndermeme rağmen, aynı gün cevap geldi: ‘F.Bahçe, G.Saray, Beşiktaş seni istemiyor!’ Asıl gerekçenin sayın TFF başkanının saydığı takımların istekleri olduğuna inanmıyorum. Hakemliğimi bıraktırmak için bütün gücünü kullanmış isimler hala etkili yerlerde bulundukları için VAR kadrosu için verilen sözün de arkasında duramadılar.
Düdüğünü asan Ali Palabıyık istifa sürecini anlattı: Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray beni istememiş Kariyerimi bitiren maç...
3 BÜYÜKLER’iN BENi iSTEMEME SEBEBi PUAN KAYBETMELERi
Ali Palabıyık ismine bu denli öfke neden?
Türkiye’nin en şanssız hakemi benim aslında. Bana söylenen “Beşiktaş, Fenerbahçe ve G.Saray seni istemiyor!” Sebebi de yönettiğim müsabakalarda hatalı karar olsun ya da olmasın çoğunlukla 3 Büyükler’in puan kaybetmeleri. Bir hakem için en önemli şans, eğer aleyhine hata yaptığı takım galip geldiyse problem olmaması. Bu kriter maalesef benim için hiç geçerli olmadı. Sahaya çıktığımda önce vicdanım, UEFA-MHK eğitimleri ve oyun kuralları kitabına uygun maç yönetmeye çalıştım, bir kesimin mutlu olması veya olmaması için değil.
VAR BENİM SONUM OLDU
Büyük hatalarda VAR'ın devreye girmesini bekliyorsunuz. Bazen müdahele etmediği ve zor durumda kaldığım pozisyonlar da oldu. Aslında VAR benim sonum oldu diyebiliriz. VAR hayatımızda değilken bu kadar sorun yaşamadık. Spor camiasının da hakemliğe bakışı VAR’dan önce daha saygılıydı. Baskının şiddeti günden güne arttı.
Hakem kökenli MHK Başkanı mı yoksa hakemlikten gelmeyenler mi daha iyi?
Zekeriya Alp ve Ufuk Özerten dönemlerinde dışarıdan gelen baskıların daha azaldığını düşünüyorum ve gerçekten arkamızda çok dik durdular. Zekeriya Başkan zamanında FIFA hakemi oldum. Hata yapmış olduğum maçlardan sonra dahi işin doğasında bunun olduğunu, güvenini ve devam etmemi istediğini söyledi. Konuşulanlara, yapılanlara hiç aldırma diyerek çok destek verdi. Tabii bu desteği verirken TFF Başkanının da MHK’nin arkasında durması çok önemli.
iÇiMiZDEKi iRLANDALILAR BiZi UEFA’YA KÖTÜLÜYOR
Türkiye’deki sorunlar UEFA’yı da etkiledi. Kendi hakemini kötüleyen bir ülke miyiz?
Asıl sorun şu ki, kendi liginizde yaşadığınız pozisyonlarla ilgili UEFA’ya ‘İşte bu sizin FIFA hakeminizin kararları. Bu hakeme maç veriyorsunuz’ şeklinde resmen bilgi gönderiliyor.“İçimizdeki İrlandalılar” tam olarak karşılığı! Bırakın bir maçı, daha ötesini de yaşadım. Son 2 yıl UEFA kış semineri davetim geri çevrildi!
F.Bahçe-Beşiktaş, Ç.Rizespor-G.Saray, Adana DS-F.Bahçe ve G.Saray-Alanya maçları... 17 hafta gibi rekor süre görev alamayan bir hakem bu süreci fiziksel ve ruhsal nasıl yönetebilir?
Süreci yönetmek gerçekten çok zor oldu. Türkiye’deki etkileri gerçekten çok vahimdi. Telefonumu değiştirmek zorunda kaldım. Sadece bana değil, aileme de inanılmaz mesajlar, tehditler geldi. Etrafımızda her takımı tutan taraftarlar, arkadaşlarımız, dostlarımız var. Sonuçta toplum önündeyiz. Sokakta dolaşıyoruz, işimiz var, okula gidiyoruz. Çocuklarımız okulda bir şeylerle karşılaşıyor. Herkes düşman gibi bakıyor. Ben de bir insanım, hayatım ve çocuklarım var. Maalesef özellikle sosyal medyanın kötü kullanımı bu etkiyi artırıyor. Daha kontrol altında tutmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ufak bir kıvılcım büyük infiale neden olabiliyor.
Hakemlerin bu sezonki genel performansı başarısız ve çok sayıda önemli hatalar var. Keza VAR’da da standartsızlık had safhada.
Kaygıdan kaynaklandığını düşünüyorum. Maalesef Türkiye'de hakemlere tüm mesajlar son üç sezonda benim üzerimden verildi. Yaklaşık 4 ay maç alamamak, sezon sonuna kadar görev vermemek. Hakemler ”aynısı benim de başıma gelir mi?” kaygısıyla maç yönettikleri için böyle sonuçlar var. Karar verirken duyguları ön plana çıkıyor, korkuları sahaya yansıyor. “Ben bunu çalarsam veya çalmazsam ne olur” kaygısı ortaya çıkıyor. Elbette kötü bir duygu ve bundan kurtulmak gerekiyor. Hakemin arkasında duran bir TFF hakeme güç ve cesaret verir.
Düdüğünü asan Ali Palabıyık istifa sürecini anlattı: Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray beni istememiş Kariyerimi bitiren maç...
'ALi KOÇ’UN SÖZLERİ TALİHSİZ VE TEHLİKELİ'
Bu sezonki hakem tartışmaları çok erken ve agresif başladı. Ağır ithamlar, kulüp resmi hesaplarından saldırılar...
Fenerbahçe Başkanı sayın Ali Koç’un açıklamaları talihsiz oldu. Çoğuna katılmıyorum ve hakemleri hedef göstermek çok tehlikeli. Özellikle sosyal hayatlarında taraftarların hakemlere karşı önyargı beslemesini talep etmek sakıncalı. Şu anda görev yapan bir hakemi düşünemiyorum. Bir kafede fotoğrafı mı çekildi, biri video mu çekiyor, arkadaşıyla konuşurken farklı durumlar ortaya çıkabilir mi gibi çok üzücü ve kötü bir durum. Böyle bir ortam yerine, tam tersi şekilde yöneticisiyle, futbolcusuyla, hakemiyle, gözlemcisiyle bir arada olunmalı. Saygı ortamı kazandırılmalı ki hakemler olarak toplum önünde ön yargılardan kurtulalım. Bu nasıl sağlanır bilmiyorum. Daha önce TFF çok güzel bir uygulama yapmıştı. Lig TV’de Nazlı Canyurt’un hazırladığı içerik bizi kamuoyuna tanıtan, insan olduğumuzu, bir ailemizin olduğunu, hakemlik dışında bir yaşantımızın olduğunu gösterebileceğimiz bir alan yaratmıştı.
FERHAT GÜNDOĞDU’YA HAKKIMI HELAL ETMiYORUM
Tahkim Kurulu’nda Ferhat Başkan benimle alakalı olarak “Aile dostumdur, severim, kardeşim gibidir. Hala öyle midir bilmiyorum ama” dedi. Kendisine şu soruyu sordum: “Benim ne ahlaksızlığımı gördünüz de bir gün bile bekleyemeyiz” diyerek listeye aldınız? Bu tavrı nedeniyle yönettiğimiz tüm müsabakalar sanki şaibeliymiş durumuna geldi. 8 Mart mağdurları arasında bir akşam öncesinde maç yöneten arkadaşlarımız vardı. Eğer böyle bir durum varsa nasıl maç verirsiniz bir hakeme? Neticede herkes biliyor ki, kulüp başkanları, MHK Başkanı’nın eline bir liste verip, hem imzala hem de çıkıp açıkla dediler.
Kendisi de sanki kendi tasarrufuymuş gibi bu tiyatroyu oynamayı kabul edip, inandırıcı olması için de “bilmediğiniz şeyler” var gibi süslü laflar etti. Bir MHK başkanının yapması gereken tek şey böyle bir liste dayatıldığında istifa etmek olmalıydı. Ferhat Gündoğdu, 20 sene uzak kaldığı camiada hayal bile edemeyeceği bir göreve getirilince kendini ispat etmek için akıl almaz bir yol denedi ve bu oyunun içinde yer aldı diye düşünüyorum. MHK’nın diğer üyeleri de sebepleri açıklanmayan bir konuda “böyle şey mi olur!” diyerek görevi bırakıp bunun gururunu yaşamak yerine, belki 3 ay daha 10’ar bin lira maaş alırız diye düşündüler. Hakkımı helal etmiyorum.
BAŞKANLARLA LiSTE YAPILIP ‘BU HAKEMLERi BiTiRELiM’ DENMiŞ
Şubat 2022’de tekrar maç almaya başlamıştın ki Ferhat Gündoğdu’dan 8 Mart darbesi geldi.
ASLINDA gündemde Serdar Tatlı başkanın üç hakemle ilgili ‘isim verme’ raporu vardı. Benim Rize-G. Saray maçı da bu tartışmaların üzerine geldi. Ferhat başkan ‘Ligin 2. yarısında başlıyorsunuz’ dedi ancak yine başlayamadık. Bu kez de ‘onay bekliyoruz’ dendi. Düşünsenize, FIFA 1. Kategori hakeminiz ülkesinde maça çıkacak, MHK Başkanı onay bekliyor! Onayın çıkması 1.5 ayı buldu. Tam başladık, güzel gidiyor derken 8 Mart olayını yaşadık. Aslında 8 Mart’ın ortaya çıkmasının tohumları benim yönettiğim Rize-G.Saray maçından sonra atılmış diye duydum. 12 kişilik bir liste yapılarak, kulüp başkanlarıyla ‘bu hakemleri bitirelim’ denilmiş,
KiMiN ELiNDE NE BELGE VARSA AÇIKLASIN
Aile dostunuz Gündoğdu’ya sormadınız mı?
YAYINCI kuruluşa çıkıp ‘1 dakika bile bekleyemezdik’ demişti. Ve hala benimle alakalı ‘bilmediğiniz şeyler’ var diyormuş. Kendisinden rica ediyorum, kimin elinde ne belge varsa lütfen açıklasın. Çok şeffaf bir ortamda yaşıyoruz. Herkesin konuşmaları meydana dökülüyor. Artık bizi zan altında bırakmasınlar! 8 Mart’tan sonra toplumda sanki biz kötü bir şey yapmışız gibi algı oluştu. Türk futboluyla ilgili bir problemimiz varmış gibi algılandı. Böyle olmadığı 1 ay sonra ortaya çıktı. Asıl üzücü olan kararın altına imza atan MHK üyelerinin gözlemci olarak göreve devam etmeleri, tahkim kararı sonrası hakemliğe devam eden arkadaşlarımızın maçlarını değerlendirmeleridir!
Peki MHK ve TFF kanadı nasil yaklaştı?
Yetkililerle görüştüğümde Rizespor-Galatasaray maçından sonra bir süre beklemem gerektiğini ifade ettiler. Çünkü MHK değişikliği oldu ve Ferhat Gündoğdu göreve geldi. Ferhat hocayla ailecek görüşüyorduk. Ankara'da yaşıyordu. “Ali merak etme, halledeceğiz, biraz zaman” dedi. Ancak günün sonunda hakemliğimin tıkanmasını siyasete bağladılar. “Biz böyle olmasını istemiyoruz ama işte” diyerek ne TFF’nin ne de MHK’nın birşey yapamadığını belirttiler
Tahkim’deki davada Ferhat Gündoğdu’yla karşılaştınız mı?
Tahkim Kurulu’nda Ferhat Başkan benimle alakalı olarak “Aile dostumdur, severim, kardeşim gibidir. Hala öyle midir bilmiyorum ama” dedi. Kendisine şu soruyu sordum: “Benim ne ahlaksızlığımı gördünüz de bir gün bile bekleyemeyiz” diyerek listeye aldınız? Bu tavrı nedeniyle yönettiğimiz tüm müsabakalar sanki şaibeliymiş durumuna geldi.
8 Mart mağdurları arasında bir akşam öncesinde maç yöneten arkadaşlarımız vardı. Eğer böyle bir durum varsa nasıl maç verirsiniz bir hakeme? Neticede herkes biliyor ki, kulüp başkanları, MHK Başkanı’nın eline bir liste verip, hem imzala hem de çıkıp açıkla dediler. Kendisi de sanki kendi tasarrufuymuş gibi bu tiyatroyu oynamayı kabul edip, inandırıcı olması için de “bilmediğiniz şeyler” var gibi süslü laflar etti. Bir MHK başkanının yapması gereken tek şey böyle bir liste dayatıldığında istifa etmek olmalıydı. Ferhat Gündoğdu, 20 sene uzak kaldığı camiada hayal bile edemeyeceği bir göreve getirilince kendini ispat etmek için akıl almaz bir yol denedi ve bu oyunun içinde yer aldı diye düşünüyorum. MHK’nın diğer üyeleri de sebepleri açıklanmayan bir konuda “böyle şey mi olur!” diyerek görevi bırakıp bunun gururunu yaşamak yerine, belki 3 ay daha 10’ar bin lira maaş alırız diye düşündüler. Hakkımı helal etmiyorum.
DALLAS ‘YENi BiR KARiYER SEÇ’ DEDi
TFF Danışmanı Hugh Dallas, bu konunun neresinde?
Altınordu-Bandırmaspor maçından sonra sezon sonuna kadar maç verilmeme kararı sonrası,ilk seminerde Hugh Dallas benimle özel olarak konuştu. Takımların benden şikayetçi olduğu ve artık kendime yeni bir kariyer seçmem gerektiğini söyledi. Kendisine bu kararı almak için düşünmem gerektiğini söyledim. Aslında bir gün önce kendisi TFF başkanı Mehmet Büyükekşi ile görüştüğünü söylediğinde bu kararı ben vermezsem başıma gelecekleri biliyordum. UEFA eğitimcisini bile araya koyup bir Fifa hakemine hakemliği bıraktırmaya çalışmanın daha önce hiçbir federasyon başkanının uğraştığı birşey olduğunu sanmıyorum.
Federasyon başkanının hem sosyal medyanın ve siyasette etkili takım yöneticilerinin etkisinde kalıp, bana güvenmediğini söyleyip, zorla hakemliği bıraktırıp hem de Türk futboluna katkılarınız için teşekkür ederiz diyerek kamuoyu önünde plaket vermesi ikiyüzlülüğüne alet olmayı gururuma yedirmem mümkün değildi. Neden VAR kadrosuna alınmadığımı MHK Başkanı’na sorduğumda “aslında neden olmasın” gibilerinden konuştu. Demek ki ilk etapta akıllarına gelmedi. Ön yargı çok kötü bir şey. Birkaç gün geçtikten sonra sayın Başkan beni aradı ve “Seni VAR kadrosuna alalım” dedi. Aslında kırgınlığım vardı.Çünkü Hüseyin Göçek ve Suat Arslanboğa gibi aynı anda beni de VAR hakemi olarak açıklayabilirlerdi.
Sistem içerisinde kalmak benim için iyi olur diyerek VAR hakemliğini kabul ettim. Federasyon Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin onayı ve bilgisi ile bu görevi kabul edip 01.08.2023 tarihinde sabah erkenden göndermiş olduğum dilekçeye aynı gün akşamı verilen cevap Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş seni istemiyor! Asıl gerekçe de Federasyon başkanının bu saydığı takımların isteklerine çok önem vermesi değildi aslında, çünkü kendi teklif ettikleri bir görevi verme aşamasında bile tekrar izin almadan cesaret edememeleriydi.
Sonuç olarak da hakemliği bıraktırmak için tüm gücünü kullanmış isimler hala etkili yerlerde bulundukları için hem Federasyon başkanı hem de MHK başkanı verdikleri sözün arkasında duramadılar. Futbolu yönetenler hem siyasetin hem de adına kamuoyu dedikleri taraftar ve sosyal medya gruplarının etkisinde kaldıkları sürece, her hafta başka bir hakeme sezon sonuna kadar görev verilmeyeceğini veya klasman düşüreceğini açıklamaya devam ettikleri sürece sorunların çözülmesi mümkün değil.
DALLAS ÇOK ACIMASIZCA VURABiLiYOR, ELEŞTiRiYOR
Uilenberg mi, Dallas mı?
UİLENBERG bizi daha çok anlıyordu, sık konuşuyordu. Hatayı nasıl yaptığın değil de bu hatadan nasıl bir ders çıkartırız yaklaşımı vardı. Dallas daha soğuk mizaçlı. Bunun da insan ilişkilerine yansıdığını düşünüyorum. Çok acımasızca eleştiriyor, çok acımasızca vurabiliyor. Kendi ülkesindeki hakemleri anlatırken hatalara bazen anlam veremediğinden bahsederken biz hata yaptığımızda sanki kasıtlı yapmışız gibi değerlendirdiği oldu. Ben Uilenberg zihniyetinden yanayım. UEFA’da, Türkiye’de bizleri destekledi.
Düdüğünü asan Ali Palabıyık istifa sürecini anlattı: Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray beni istememiş Kariyerimi bitiren maç...
AVRUPA’nın birçok farklı şehrinde maç yöneten Ali Palabıyık bu kez turist olarak geldiği Paris’te Hürriyet’in sorularını yanıtladı.
MHK yapılanmasında bu sezonki TFF “Almanya modeli” üzerinde duruyor. Türkiye'deki son 23 yılda 21 kez MHK değişmesinden ve hakemliğe faydası olmayan bu kanserleşmiş zihniyetten nasıl kurtuluruz?
AP: Kulüplerden birkaç yetkilinin yer alacağı modeli nasıl yapacaklarını bilemiyorum ancak açıklamalar kimseyi tatmin etmiyor. Günü kurtaracak, geçiştirecek ve temeli olmayan konular. TFF Başkanı sayın Mehmet Büyükekşi döneminde şöyle bir yaklaşım var. Şirket modeliyle yaklaşıyor. Bizi de şirketinin bir elemanı olarak görüyor. Bizimle seminerlerdeki konuşmalarında da hep bunu dile getirdi. “Sizi şöyle görüyoruz, yeni şeyler uygulayacağız, psikoteknik uygulamalarla algınızı ölçecek, konsantrasyonunuzu artıracak verileri ortaya koyacağız”. Yaptığımız iş performansa dayalı ve sonuçta etkisi çok büyük. Yani normal bir şirket çalışanı, halkla ilişkiler uzmanı, satış temsilcisi gibi değil. Çok hassas. Çok ciddi rakamların konuşulduğu bir ortamda, kaliteli oyuncuların ligimizde oynadığını düşünürsek, öyle basite indirgenecek bir durum değil. Ve bu şirket yaklaşımının da etkisiyle Sayın Mehmet Büyükekşi geçen sezon Antalya'daki kış seminerindeki konuşmasında hakemlere gözdağı verdi. Söylediği ana nokta “Şirketin sahibiyim, beğenmezsem atarım” demeye getirdi.
Bu yaklaşımın hakemlerde etkisi nasıl oldu?
O cümleden çok rahatsız olduk. “Yani siz sahada gereğini yapmazsanız, ben yaparım sizin yerinize” der gibi. Bizi bir şirket çalışanı, elemanı gibi gördü. Keşke bu şekilde yaklaşmayıp, daha değerli olduğumuzu hissettirmiş olsaydı. Sevgisini paylaşıp yapıcı davransaydı, fikir alışverişinde bulunsaydı kendi döneminde belki bu kadar hakemlik göz önüne gelmeyecekti. Yeni uyguladığı modeller nedeniyle eleştirilmeyecekti. Maalesef MHK var gibi gözükse de bütün kararları kendisi alıyor. Düşünün ki geçen sene ceza aldığımı Merkez Hakem Kurulu açıklamadı. TFF açıklamasıyla verildi. Yine iki üç gün önceki konuşmasında söylemiş olduğu bir nokta var. Devre arasında hakem klasmanı yapacağız ve bunu titizlikle takip edeceğiz, kriterlere uygun olmasını sağlayacağız minvalinde konuştu. Yine kendisinin müdahil olduğunu görebiliyoruz.
Yapay zeka atama sistemi hakkında ne düşünüyorsun?
AP: Yapay zeka kriterlerinin kesin ve net olarak kamuoyuyla paylaşılması gerekiyor. Örneğin Ali Palabıyık ile ilgili içeride ne tür bilgi ve tecrübe verisi girdiklerini ben bile bilmiyorum. Kamuoyu, sporseverler, gazeteciler, takımlar da bilmiyor. Eğer şeffaf olunacaksa buradan başlamalı. Örneğin “ben bir Ankara hakemi olarak Ankara'daki maçlara çıkmamam gerekiyor” diye bir kriter varsa bunu herkese söylemek gerekiyor. Veya Galatasaray maçında ceza almışsam “5 ay Galatasaray maçına çıkmayacak” bilgisi paylaşılmalı. Algoritmanın bu şekilde çalışması ve herkes için şeffaf olması gerekiyor yeni modelde.
Atama konusuyla devam edeyim. İki sezon üst üste, ligde Trabzonspor ile F.Bahçe arasındaki 4 maçı da sen yönettin. Süper Lig seviyesinde bir hakemin ruh hali bu tarz kritik ve önemli eşleşmede nasıl oluyor? Maç geldiği zaman ne hissediyorsun? “Böyle bir saçmalık olur mu” diyor musun? MHK ne diyordu?
Böyle bir saçmalık olur mu demiyorum ama başka bir örnek vereyim: Beşiktaş-Fenerbahçe kupa maçı. Van Persie ile Tosic'in bir pozisyonu var. Çok tartışıldı kamuoyunda. Beni hatalı bulan da haklı bulan da oldu. Sonuçta kamuoyunda tartışılan bir maç ve nihayetinde o maçtan yara alarak çıktım bir pozisyondan dolayı. Görmediğim bir pozisyonla alakalı Van Persie’yi atmam gerekiyordu diye kamuoyunda bana karşı bir önyargı oluştu. Aynı sezon içerisinde sanırım en fazla 5-6 hafta sonra yine bir Fenerbahçe-Beşiktaş müsabakası. Düşünsenize, bu maça tebligatı benden başka herkes bekler herhalde. Çünkü daha yeni yönetmişim ve çok tartışılmış, yara almışım. Beşiktaş tarafından çok tepki gösterilmiş. Yani diyorum ki kupa maçından sonra bu derbinin bana gelmesi mümkün değil. O günlerde Riva'da seminer bittiğinde MHK ‘da olmayan bir yönetici yanıma geldi “hadi hayırlı olsun” dedi. Düşünün daha maç atamaları yapılmamıştı. “F.Bahçe-Beşiktaş maçına en son atanacak kişi benim, mümkün değil” dedim ama nafile. Hala Van Persie konuşuluyordu. 10-15 dakika sonra mesaj geldi: “Ali Palabıyık, Fenerbahçe-Beşiktaş”. Psikolojimi düşünebiliyor musunuz! Sadece benim değil taraftarlar ve her iki takım tarafından bakılması gerekiyor bu duruma. Ve sonuç haklı olarak gösterdiğim 5 kırmızı kart ve saha içi yaşanan olaylar!
Bundesliga’daki çok özenli hakem atamalarını gösteren bir yazı yazmıştım. Hakemleri kulüplerle akraba yapmadıkları, aynı takımın maçına sık vermedikleri. Hakemini koruyup düşünen sistemi. En güzelini anlatıyorsun, Trabzonspor-Fenerbahçe'de şansın da yardımıyla sıkıntı olmadı ama FB-BJK derbisindeki sıkıntı ileriki kariyer günlerini etkiliyor.
Geçen sene de aslında benzer durum Galatasaray Alanya maçı sonrası oldu. Mümkün olduğunca Anadolu takımlarının maçlarına verdiler. Beşiktaş zaten istemiyordu, Adana Demir Spor maçından sonra bir daha Beşiktaş maçına çıkmadım. Bu kriteri yapay zekaya girdiler. Galatasaray da Alanyaspor maçından sonra istemiyordu. Adana Demir Spor-Fenerbahçe maçından sonra da haftalarca maç alamadım. 9 maçla sezonu bitirdim. Adana Demir-Fenerbahçe maçı da atama olarak bana gelmemesi gereken bir maç. Bu nedenle yapay zeka kriterleri doğru kurgulanmalı. Atama çok hassas bir iş. Sonucu böyle oldu. Türkiye'de çok kolay hakem harcıyoruz. Sayın Mehmet Büyükekşi dedi ki “genç hakemleri yetiştireceğiz”. Keşke söylemdeki kadar basit olsa. Keşke hakemler bu kadar çabuk yetişse. Biz de çok isteriz ancak yetişeni de doğru uygulamalarla koruyup kollamak gerek.Türkiye’de çok kaygan bir zemin var ve ayakta kalabilmek, düştükçe geri kalkabilmek o baskılardan sonra çok ağır. Sosyal medya, medya, spor yazarları, yöneticiler gibi hepsinin baskısından kurtulabilmek ve ilerleyebilmek çok zor.
Hakem yaş ortalaması oldukça düştü. Sadece ilk 10-15 haftada bu denli ağır eleştirileri son 10 yılda pek hatırlamıyorum. Yabancı hakem mi gelmeli bir süre acaba ne diyorsun? Atamalar dikkatli ve özenli yapılsa sorun azalır mı?
Üst üste 2 sezon Trabzonspor-F.Bahçe maçlarını ben yönettim diye konuşmuştuk. Süper Lig’e çıkan hakemin hayali derbi yönetmektir. Büyük maçlara çıkmayı herkes ister ancak sonucu olumsuz olduğu zaman yönetmemek çok daha faydalıdır. Diğer maçlarda yaşadığın sorunların etkisi, kamuoyundaki beklentisi, hakemin üzerindeki baskısı daha az oluyor. Ve bugün gelinen noktada kimse derbiye, büyük maça çıkmak istemiyor. Yabancı hakem gelmesi sorunu tabi ki çözmeyecek. Sadece kamuoyundaki baskıyı o yabancı hakem veya MHK hissetmeyecek. Bu hakemi bir daha getirmeyin diyecekler. O hakem bir daha Türkiye'ye gelmediği zaman problem kalmayacak. Son zamanlarda temsilcilerimizin avrupada kupalarında oynadığı müsabakalardaki hataları hem de diğer büyük liglerde yaşanılan pozisyonları hepimiz görüyoruz. Bu müsabakalardaki tüm hakemler yabancı!
Bu sıkıntılı maçlardan sonra hakemler nasıl bir özeleştiri yapar? Veya keşke MHK’ya bu maça atanmam doğru olmaz gibi bir istişare yapsaydım dediğin zamanlar oldu mu?
Tabii ki, öz eleştirisiz hakemlik asla olmaz. Tebligatı aldığım ilk güne dönerim.Bazen o maça çıkmak istemezsiniz ancak bir şey diyemiyorsunuz. Hiçbir hakem maç geldikten sonra “ben bu maça gitmeyeyim” veya “bu maça uygun değilim” gibi düşünmez maalesef. Çünkü hakem için maç çok önemli. Her hafta gitmek ister. Bir haftada üç maça çıkan var. Başka hakem mi yok? Evine dönmeden başka bir şehre tekrar yeni maça giden hakemlerimiz de oldu. Bunlar pek çok hakem cezalı dahi değilken, evde haftalarca maç beklerken de oldu. Her şey göz önünde. Her atamayı herkes takip ediyor. Artık günümüz teknolojisinde her şeye kolay ulaşabiliyorsunuz. Ne kadar engellemiş olsanız bile. Federasyonumuz hatırlarsanız bir ara internet sitesindeki hakem bilgilerini kapattı. Maç detaylarını kimse göremiyordu.Sebebini de KVKK dediler ama altında başka bir şey vardı diye düşünüyorum.
"KEŞKE FENERBAHÇE - BEŞİKTAŞ DERBİSİNDE VAR OLSAYDI"
MFT: VAR’a geçelim. Örneğin Alman teknik direktörler neredeyse kalksın boyutunda oy kullandı. Sadece yarı otomatik ofsayt kalsın dediler. Bizde de çok ciddi sıkıntı var. Bazen çıta düşüyor, bazen yükseliyor. Bu neye göre değişiyor sence?
AP: Evet maalesef öyle. Bir türlü Avrupada da rayına girmedi ve 5 seneyi bitirdik. Süper Lig'de görev almaya başladığım zamanı hatırlıyorum. Hatam yok muydu? Vardı. Bir sezonda maksimum 2 müsabakada problem yaşardım. Örneğin Fenerbahçe Beşiktaş maçımda keşke VAR olsaydı. Yardımcı hakem ofsaytı kaçırsa da düzelecekti, hem FIFA kokartını koruyacaktı, hem de yara almayacaktım. Beşiktaş Kulübü maçtan sonra açıklama yaptı ve o sezon kokartını kaybetti. Bir başka maçım Fenerbahçe-Başakşehir. Misafir takımın bir golünü iptal ettik ve sonrasında çekilen çizgiye göre gol olduğu ortaya çıktı. VAR hayatımızda yokken bunlar insani bir hataydı. “Hakem göremedi” denilip geçilen pozisyonlardı. Güven ortamı daha iyiydi ve herkes işini yapıyordu.
MFT: Hakemlere bakış açısını da, pozisyon analizlerini VAR değiştirdi
AP: VAR’dan sonra şöyle bir algı var:“Her çekme-itme penaltı!”. Hatta her pozisyona VAR devreye girilmeli gibi algı oluştu kamuoyunda. Ve devamında da toplumda, sosyal medyada çok çabuk bir linç ortamı başladı. Her pozisyon kendi içerisinde özeldir, farklıdır. Size göre penaltıdır, bana göre değildir. Baktığınız açıya göre, tuttuğunuz takıma göre değişiyor. Yani ön yargımız da ona göre değişiyor. Hakeme karşı olan önyargıdan dolayı söylüyorum. VAR yokken etkileri bu kadar olmuyordu. VAR teknolojisi hayatımıza girdiğinde mutluydum çünkü evime gerçekten daha rahat gidecektim. Eğer bir hatam varsa VAR düzeltecek ve sıkıntısız bir şekilde stattan ayrılacaktım. En önemlisi de kimsenin hakkını yemeyecektim. Ancak tam tersi oldu. Öyle pozisyonlar yaşanıyor ki VAR'ın karışmamasını kimseye anlatamayız. Yani UEFA bile herhalde şaşırıyordur bu duruma. Sadece bizim ülkemizde değil İngiltere'de neler olduğunu görüyoruz. Devamlı özür açıklaması yapmak zorunda kalıyorlar. Bundesliga'da neler olduğunu görüyoruz. Keza Fransa'da, La Liga'da. Her yerde bir problem. Keşke teknolojiyi bu kadar çok sokmasaydık dedirtircesine. Futbolun o güzelliğini, o ruhunu saha içerisindeki futbolcuların terleri ile bıraksaydılar. Çünkü artık ter vücutta soğuyor. 5-6 dakika beklediğimiz oluyor kararları.
Premier Lig “özür dileme merkezi” oldu.
Evet, bir hakeme iki hafta ceza verdik denildi. Hepsi bu. Medeni toplumlarda hakemin dinlenme süresi değil mevzu. Bizde ise çözüm hata yapan her hakemin düdüğünü asması veya cezayı daha da artıralım olgusuna gidiliyor. Manchester City - Tottenham Hotspur maçı hakeminin son dakika skor 3-3 iken avantajı kestiği pozisyonun ülkemizde olması durumunda ve yanlışlıkla büyük bir takıma denk gelmesinin sonucunu asla düşünemiyorum.
Peki hakemliği bırakma kararına UEFA ve Rosetti nasıl tepki verdi?
Galatasaray-Alanyaspor müsabakasından sonra İsviçre’nin Basel şehrine maça gittiğimde havaalanında çok üzücü bir olay yaşadım. Havaalanı dışında taraftarlar ülkemi temsil ettiğim bir UEFA maçı öncesi protesto etmek için pankart açmış beni bekliyorlardı. Bu olay sonrası UEFA müsabakayla ve benimle alakalı ciddi bir güvenlik önlemi almak zorunda kaldı. Otelde bile yanımda güvenlik ile yürüyordum. Hatta hemen sonrasında görüntülü olarak Roberto Rosetti ile görüştüm. Kendisi bana gülerek “Ali, senin Türkiye'de bırakma vaktin geldi, Barış Şimşek ile konuş” dedi. Gülerek konuştuk ama Türkiye'deki olayların gerçekten ciddiyetini ve vehametini aslında ortaya koyan bu olay çok üzücü. Bir futbolcu genç yaşta yetenekleri, tekniği, futbol bilgisi ile milli gururumuz olabilir.
Örneğin Arda Güler’in, yeni yetişen nesile gerçekten çok büyük bir örnek olacağını, ülkemizi de yurtdışında uzun yıllar temsil edeceğini düşünüyorum. Ama hakemlik böyle değil maalesef. Hakemlikte 17 yaşında bir gence Şampiyonlar Ligi'nde veya üst düzey müsabakalarda görev veremezsiniz. Süper Lig'de yetişmesi için en az 10 yıla ihtiyacı var. Farklı türde müsabakalar yönetmesi, birçok eğitimden geçmesi gerekiyor. “Süper Lig’e çıktın, hadi yönet bakalım” demekle olmuyor. Tecrübe işi. Maalesef çok kolay kazanılan bir şey değil. Tecrübemize rağmen hatalarımız yok mu? Tabii ki var ve olmaya da devam edecek ancak farklı değerlendirmeler.
UEFA’daki ülke temsilcileri bu tip durumlarda müdahale ediyor mu?
Ülkemde ve yurtdışında problemlerin olduğu dönemde UEFA ve TFF yönetim kurulu üyesi olarak sayın Servet Yardımcı görev yapıyordu. Avrupa kupalarına katılan takımlarımızın ve FIFA hakemlerinin hakkını koruması herkes tarafından beklenen bir durum. Ülkemizde hakemlere yapılan baskının Avrupa’daki imajımızı etkilemesi bizim için kötü oldu. Cüneyt Çakır’ın Dünya Kupası’na 3.kez gitmesinin engellenmesi; kendi maçımdaki gözlemcinin bizi kutlamasına rağmen 15 gün rapor gelmemesi ve ardından di. 15 gün sonra aradı. “Raporunu merak ediyorsun değil mi? Şu an bekleme, geç gelecek. Bu nedenle seni arayıp bilgi vermenin doğru olacağını düşündüm. Raporunu değiştirmek istemiyordum ama notunu 7,9’a düşürdüm” dedi.
Avrupa’daki maçlarında başka ne zorluklar yaşatıldı?
Süper Lig’de derbi ya da başka maçlar yönetirken, doğal olarak çok iyi anlaştığım yardımcı hakemler var. Genelde hepsiyle iyi anlaşıyorum, problem yok ancak kritik maçlarda kendi istediğim ekiple görev istiyorum. Örneğin Serkan Olguncan sahada en iyi anlaştığım, beni en iyi tanıyan, ailecek de bağımız olan bir yardımcı hakem. Onunla yurt dışına defalarca maça gitmişken Türkiye'de gidemiyoruz. Hakemlik ekip başarısıdır. İstediğim ekiple maça çıkamamış olmanın da altında başka bir sebep var ve sürekli hale getirilmesi de özellikle soru işareti. Sayın Mehmet Büyükekşi’ye de, bir önceki Federasyon Başkanı Nihat Özdemir’e de bu konuyu zamanında söyledim. Servet Bey'le de bu durumu konuştum. Ama maalesef benim için hep böyle yapıldı.
Bu süreçler özel hayatına, ev halkına nasıl sirayet etti?
Normalde ev hayatımdan, hakemlik ile ilgili sorunlarımı, sevinçlerim de dahil olmak üzere mümkün olduğunca uzak tutmaya çalıştım.Eşimin futbolla fazla ilgisi yok. Kendisi sanatçı ve hiçbir şekilde takip etmemesini rica ettim. Hatta sosyal medyada, haberlerde veya herhangi bir mecrada benimle ilgili bir haber, içerik vs gelirse lütfen söyleme dedim. Çocuklarım için de aynı şey geçerli. Yaşları daha küçük, en büyük oğlum biraz futbolla, sporla ilgili. Eve sirayet etmeden becerebildim. Ancak son 2 sezon yaşananlardan sonra gardım düştü açıkçası. Yapmamanın daha doğru olduğunu düşündüm. Çünkü yönetebilmek çok zor. Hem kendim,hem ailem açısından da yıpratıcı dönemler oldu. Saldırıya maruz kalmak,aylarca devam eden bir süreç, hakaretler, haksızlıklar, kamuoyunda tekrar tekrar gündeme gelinmesi, yorumların haddini aşması…
PALABIYIK'IN EN'LERİ
En unutamadığın maç?
ESKİŞEHİR- Göztepe, TFF 1. Lig finali. Yaklaşık 3 saat sürmüştü. Meşale atıldığı için oyun durmuştu.
En keyifli maç?
ŞAMPİYONLAR Ligi maçı. Leipzig-Zenit. Çok heyecanlıydım. O müziği atmosferi, yaşamak nasip olduğu için çok şanslı hissediyorum.
En beğendiğin atmosfer veya ligler?
PREMiER Lig! Oradaki heyecan, hız etkileyici. İngiltere’de maç yönetme şansına nail oldum.
Dünyada en beğendiğin hakem?
TABİİ ki bu işin üstadı ve ilah seviyesinde olan Collina. Onu Türkiye-İngiltere maçında tribünde canlı izlemiştim
------------
Söyleşinin yayınlandığı internet kaynağı: https://www.hurriyet.com.tr/sporarena/dudugunu-asan-ali-palabiyik-istifa-surecini-anlatti-besiktas-fenerbahce-ve-galatasaray-beni-istememis-kariyerimi-bitiren-mac-42372905 ▲ Collapse | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER --HEPİSİ AMA HEPSİ ALINTI-- | Dec 17, 2023 |
11.04.2014
SONNENSYSTEM-BASISWISSEN
:
Steckbrief: Merkur - letzter Fels vor der Sonne
Yayım tarihi: 11.04.2014
Merkur – nahe der Sonne schwer zu sehen
Der sonnennächste Planet Merkur ist eine Gluthölle. Die Menschheit kennt ihn schon seit dem Altertum. Allerdings ist er in unseren Breiten nicht so leicht zu sehen, da er sich immer dicht bei der Sonne aufhält. Nur kurz vor Sonnenaufgang oder kurz nach Sonne... See more 11.04.2014
SONNENSYSTEM-BASISWISSEN
:
Steckbrief: Merkur - letzter Fels vor der Sonne
Yayım tarihi: 11.04.2014
Merkur – nahe der Sonne schwer zu sehen
Der sonnennächste Planet Merkur ist eine Gluthölle. Die Menschheit kennt ihn schon seit dem Altertum. Allerdings ist er in unseren Breiten nicht so leicht zu sehen, da er sich immer dicht bei der Sonne aufhält. Nur kurz vor Sonnenaufgang oder kurz nach Sonnenuntergang zeigt er sich zu besonderen Zeiten dicht über dem jeweiligen Horizont. Trotz seiner geringen Größe, er ist mit 4878 Kilometern der kleinste Planet des Sonnensystems, kann er doch recht hell leuchten.
Merkur im Fernrohr und als Radarecho
Lange Zeit war nur sehr wenig über Merkur bekannt, selbst nach der Erfindung des Fernrohrs im 17. Jahrhundert ließ sich nur wenig mehr als seine Phasengestalt erahnen. Aber schon früh war den Astronomen klar, dass Merkur wegen seiner großen Nähe zur Sonne sehr heiß sein muss. Lange Zeit wurde vermutet, dass der sonnennächste Planet dem Zentralgestirn stets die gleiche Seite zuwendet, er also genau so schnell rotiert, wie er für einen Umlauf um die Sonne benötigt, nämlich 88 Tage. Somit nahmen die Astronomen an, dass die der Sonne stets zugewandte Seite durch die Einwirkung der Sonnenhitze über Milliarden von Jahren hinweg völlig durch Erweichung der Gesteine eingeebnet wäre. Dagegen sollte die ewig dunkle Seite eisig kalt und sehr zerklüftet sein. Diese Vorstellungen hielten sich bis Mitte der 1960er Jahre, erst dann zeigten Radarbeobachtungen von der Erde aus, dass Merkur nicht in 88 Tagen rotiert. Seine Rotationsperiode beträgt 59 Tage, somit dreht er sich in zwei Merkurjahren (176 Tage) dreimal um seine Achse. Dieses Verhalten wird als 2:3-Resonanz bezeichnet.
Der innere Aufbau der erdähnlichen Planeten | Alle erdähnlichen Planeten im Sonnensystem weisen prinzipiell den gleichen inneren Aufbau auf: Eine dünne Kruste aus Silikatmineralen bedeckt einen mächtigen, ebenfalls aus Silikaten bestehenden Mantel, an dem sich ein Kern aus metallischem Eisen und Nickel anschließt. Nur von der Erde ist bislang eine Untergliederung des Zentralbereichs in einen flüssigen äußeren und einen festen inneren Kern bekannt. Der Aufbau der anderen Planeten wurde aus Modellrechnungen abgeleitet.
Der innere Aufbau von Merkur
Merkur nimmt im Hinblick auf seinen inneren Aufbau eine Sonderstellung im Sonnensystem ein. Nach einem nur rund 400 bis 800 Kilometer mächtigen Mantel aus silikatischen Mineralen stößt man bereits auf den Eisenkern des Planeten. Er nimmt rund 40 Prozent des Gesamtvolumens ein, bei der Erde nur etwa ein Viertel. Merkur ist der Planet mit der höchsten Dichte im Sonnensystem. Bei den massereicheren Himmelskörpern Venus und Erde sorgt die Kompression des Planeteninneren durch das Gewicht der darüberliegenden Schichten dafür, dass das Material dichter zusammengespresst wird. Somit steigt deren mittlere Dichte an. Berücksichtigt man jedoch diesen Effekt, dann ist die mittlere Dichte von Merkur die höchste.
Raumsonden besuchen Merkur
Aus bahnmechanischen Gründen ist Merkur eine schwierig zu erreichende Welt. Deswegen stieß erst im Jahr 1974 eine Raumsonde zu ihm vor: Mariner 10 flog dreimal an Merkur vorbei und konnte dabei erstmals etwa die Hälfte seiner Oberfläche im Detail erfassen. Sie enthüllten den sonnennächsten Planeten als eine von Einschlagkratern übersäte Welt ohne nennenswerte Atmosphäre, die unserem Erdmond auf den ersten Blick zum Verwechseln ähnelt. Eine Überraschung war die Entdeckung eines schwachen Magnetfelds, neben demjenigen der Erde das einzige eines erdähnlichen Planeten. Seine Feldstärke beträgt etwa ein Prozent derjenigen des Erdmagnetfelds.
Endlich: Messenger bei Merkur
Mehr als 30 Jahre sollte es dauern, bis sich wieder eine Raumsonde zu Merkur aufmachte, es war die US-Raumsonde Messenger, die im März 2011 in eine Umlaufbahn um den Planeten eintrat. Seitdem hat sie dessen Oberfläche vollständig erfasst, so dass nun ein Gesamtatlas des Planeten zur Verfügung steht. Auch konnte die Sonde das Langzeitverhalten der äußerst dünnen Atmosphäre und des Magnetfelds erstmals detailliert und über einen Zeitraum von mehreren Jahren hinweg beobachten.
Eine Welt mit eigenem Charakter und eigener Geschichte
Die Daten von Messenger zeigen, dass auf Merkur deutlich andere Erscheinungsformen innerer geologischer Aktivität zu beobachten sind, als auf dem Erdmond. Deutlich zeigt sich das im Bereich des Vulkanismus: Es finden sich Ausbruchsstellen, an denen offenbar gasreiche Lava zu Tage trat und dabei in Feuerfontänen ähnlich denjenigen der Vulkane von Hawaii ausgeworfen wurden. Derartige Strukturen sind vom Erdmond nicht bekannt.
Ein schrumpfender Planet
Des Weiteren bemerkenswert sind die Runzelrücken und Verwerfungen, welche die gesamte Planetenoberfläche überziehen. Sie sind ein Beleg dafür, dass Merkur in den viereinhalb Milliarden Jahren nach seiner Entstehung abkühlte und dabei – ähnlich wie ein trocknender Apfel – um mehrere Kilometer schrumpfte. Die neuesten Untersuchungen gehen davon aus, dass der Durchmesser des sonnennächsten Planeten zwischen 6 und 14 Kilometer abgenommen hat, als das Innere auskühlte und dabei im Volumen abnahm. Derartige Strukturen sind nur von Merkur bekannt.
Die Discovery Rupes auf Merkur
Die Discovery Rupes auf Merkur | Durch die Schrumpfung des Planeteninneren durch Abkühlung legte sich die starre Kruste des Merkur in Falten. Die Discovery Rupes auf diesem Bild durchziehen den Krater Rameau und erstrecken sich über rund 400 Kilometer. Solche Strukturen werden als Verwerfungen bezeichnet und können auf Merkur einen Höhenunterschied von bis zu vier Kilometern erreichen.
Die Sonne nagt die Merkuroberfläche an
Sehr ungewöhnlich sind auch die angeätzten Regionen, englisch: etched oder pitted terrains. Es sind Gebiete voll kleiner, unregelmäßig geformter Gruben. Hier gehen die Planetenforscher davon aus, dass durch die enorme Sonneneinstrahlung auf Merkur leichter flüchtige Bestandteile der aus Silikatgesteinen bestehenden Kruste regelrecht herausgekocht werden. Dabei handelt es sich vor allem um Mitglieder der Alkalimetalle wie Natrium und Kalium, aber auch der Erdalkalimetalle wie Kalzium. Sie verdampfen von der Oberfläche, so dass die Mineralstrukturen von Kristallen wie Feldspat zusammenbrechen und somit nach und nach Löcher in der Merkuroberfläche entstehen. Die verdampften Metalle bilden dann die äußerst dünne Atmosphäre von Merkur.
Weitere Steckbriefe:
Venus
Erde
Mars
Jupiter
Saturn
Uranus
Neptun
Sonne
Yazının yeri: https://www.spektrum.de/wissen/steckbrief-merkur/1256160
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Mercury: Facts
The smallest planet in our solar system and nearest to the Sun, Mercury is only slightly larger than Earth's Moon. From the surface of Mercury, the Sun would appear more than three times as large as it does when viewed from Earth, and the sunlight would be as much as seven times brighter.
Introduction
Mercury's surface temperatures are both extremely hot and cold. Because the planet is so close to the Sun, day temperatures can reach highs of 800°F (430°C). Without an atmosphere to retain that heat at night, temperatures can dip as low as -290°F (-180°C).
Despite its proximity to the Sun, Mercury is not the hottest planet in our solar system – that title belongs to nearby Venus, thanks to its dense atmosphere. But Mercury is the fastest planet, zipping around the Sun every 88 Earth days.
Namesake
Mercury is appropriately named for the swiftest of the ancient Roman gods.
Potential for Life
Mercury's environment is not conducive to life as we know it. The temperatures and solar radiation that characterize this planet are most likely too extreme for organisms to adapt to.
Size and Distance
With a radius of 1,516 miles (2,440 kilometers), Mercury is a little more than 1/3 the width of Earth. If Earth were the size of a nickel, Mercury would be about as big as a blueberry.
From an average distance of 36 million miles (58 million kilometers), Mercury is 0.4 astronomical units away from the Sun. One astronomical unit (abbreviated as AU), is the distance from the Sun to Earth. From this distance, it takes sunlight 3.2 minutes to travel from the Sun to Mercury.
Orbit and Rotation
Mercury's highly eccentric, egg-shaped orbit takes the planet as close as 29 million miles (47 million kilometers) and as far as 43 million miles (70 million kilometers) from the Sun. It speeds around the Sun every 88 days, traveling through space at nearly 29 miles (47 kilometers) per second, faster than any other planet.
Mercury spins slowly on its axis and completes one rotation every 59 Earth days. But when Mercury is moving fastest in its elliptical orbit around the Sun (and it is closest to the Sun), each rotation is not accompanied by sunrise and sunset like it is on most other planets. The morning Sun appears to rise briefly, set, and rise again from some parts of the planet's surface. The same thing happens in reverse at sunset for other parts of the surface. One Mercury solar day (one full day-night cycle) equals 176 Earth days – just over two years on Mercury.
Mercury's axis of rotation is tilted just 2 degrees with respect to the plane of its orbit around the Sun. That means it spins nearly perfectly upright and so does not experience seasons as many other planets do.
Moons
Mercury doesn't have moons.
Rings
Mercury doesn't have rings.
Formation
Mercury formed about 4.5 billion years ago when gravity pulled swirling gas and dust together to form this small planet nearest the Sun. Like its fellow terrestrial planets, Mercury has a central core, a rocky mantle, and a solid crust.
Structure
Mercury is the second densest planet, after Earth. It has a large metallic core with a radius of about 1,289 miles (2,074 kilometers), about 85% of the planet's radius. There is evidence that it is partly molten or liquid. Mercury's outer shell, comparable to Earth's outer shell (called the mantle and crust), is only about 400 kilometers (250 miles) thick.
Surface
Mercury's surface resembles that of Earth's Moon, scarred by many impact craters resulting from collisions with meteoroids and comets. Craters and features on Mercury are named after famous deceased artists, musicians, or authors, including children's author Dr. Seuss and dance pioneer Alvin Ailey.
Very large impact basins, including Caloris (960 miles or 1,550 kilometers in diameter) and Rachmaninoff (190 miles, or 306 kilometers in diameter), were created by asteroid impacts on the planet's surface early in the solar system's history. While there are large areas of smooth terrain, there are also cliffs, some hundreds of miles long and soaring up to a mile high. They rose as the planet's interior cooled and contracted over the billions of years since Mercury formed.
Most of Mercury's surface would appear greyish-brown to the human eye. The bright streaks are called "crater rays." They are formed when an asteroid or comet strikes the surface. The tremendous amount of energy that is released in such an impact digs a big hole in the ground, and also crushes a huge amount of rock under the point of impact. Some of this crushed material is thrown far from the crater and then falls to the surface, forming the rays. Fine particles of crushed rock are more reflective than large pieces, so the rays look brighter. The space environment – dust impacts and solar-wind particles – causes the rays to darken with time.
Temperatures on Mercury are extreme. During the day, temperatures on the surface can reach 800 degrees Fahrenheit (430 degrees Celsius). Because the planet has no atmosphere to retain that heat, nighttime temperatures on the surface can drop to minus 290 degrees Fahrenheit (minus 180 degrees Celsius).
Mercury may have water ice at its north and south poles inside deep craters, but only in regions in permanent shadows. In those shadows, it could be cold enough to preserve water ice despite the high temperatures on sunlit parts of the planet.
Atmosphere
Instead of an atmosphere, Mercury possesses a thin exosphere made up of atoms blasted off the surface by the solar wind and striking meteoroids. Mercury's exosphere is composed mostly of oxygen, sodium, hydrogen, helium, and potassium.
Magnetosphere
Mercury's magnetic field is offset relative to the planet's equator. Though Mercury's magnetic field at the surface has just 1% the strength of Earth's, it interacts with the magnetic field of the solar wind to sometimes create intense magnetic tornadoes that funnel the fast, hot solar wind plasma down to the surface of the planet. When the ions strike the surface, they knock off neutrally charged atoms and send them on a loop high into the sky.
Yazının kaynağı (NASA da nasaymış hani): https://science.nasa.gov/mercury/facts/
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Toplum 5.0: Japonya Öğrencilerini Geleceğe Nasıl Hazırlıyor?
Yazı: Deniz Kartal
27/11/2022 Son güncelleme: 06/12/2023
Biz insanlar bir toplum olarak bazı evrelerden geçtik. Bunları günümüzde numaralandırarak tanımlıyoruz. Bir sonraki evremiz ise bir süredir Toplum 5.0 olarak olarak isimlendiriliyor.
İlk olarak 2016 yılında Japonya’da süper akıllı toplum sloganı ile ortaya atılan fikir, günümüzde bir çok ülke tarafından benimsenmiş gibi gözüküyor. Bu yazımızda Toplum 5.0’ın ne olduğunu anlamaya çalışalım. Ancak öncelikle bugüne nasıl geldiğimize bakalım.
Toplumsal Olarak Bugüne Nasıl Geldik?
Toplum 1.0 düzeyindeki insanlar, yaşamlarını sürdürürken bazı bitkilerin ehlileştirilmesi, sulama kanallarının inşa edilmesi ve tarım tekniklerinin gelişmesini sağladı. Sürecin devamında yerleşik hayata geçiş yapan avcı toplumu, toplayıcı yaşantısını terk ederek tarım toplumu (Toplum 2.0) hâline geldi. Bu süreç aslına oldukça uzun bir süre devam etti.
İnsanlığın tarihsel gelişim seyri içinde, yaşanan teknolojik gelişmeler ile her defasında kendine yeni bir yetkinlik kazandırarak bir sonraki toplumsal düzeye geçmiştir.
1760’lara geldiğimizde de Endüstri toplumu (Toplum 3.0) ortaya çıkacaktı. Bu dönemde yüksek verim artışına rağmen makineler iş gücüne ihtiyaç duyuyordu. Zaman içinde elektrik enerjisinin verimli kullanılması sonucunda gerekli insan gücünün minimuma düşürülmesini hedefleyen seri üretim hatları kurulacaktı.
Tüm bu değişimler, yeni iş alanlarının ortaya çıkmasını, insanların çalışma ve yaşam şekillerinin değişmesine neden oldu. Bu dönemde artan fabrika sayıları ile makine kullanımını sağlayacak insan gücüne tekrar ihtiyaç duyulacaktı. Bu aslında yeni bir endüstriyel gelişimi tetikleyecekti.
90’lı yıllarda, bilişim teknolojileri ışığı altında yaşanan gelişmeler, insanları internet adı verilen bir iletişim ağı ile tanıştırdı. İnternet, haberleşmede diğer kitle iletişim araçlarından farklı olarak kullanıcılarına interaktif bir deneyim sundu.
Endüstri toplumunu etkileyen bu yenilikçi teknoloji, beraberinde bilişim dünyası aracılığı ile bilginin dağıtımını kolaylaştırdı. O günden bugüne yaşanan tüm gelişmeler Toplum 4.0’ın yani Bilgi toplumunun ortaya çıkmasını sağlayacaktı.
Toplum 5.0 Fikri Nasıl Ortaya Çıktı?
İlk olarak 2011 Hannover Fuarı’nda tanıtılan “Endüstri 4.0” fikri, Almanya tarafından resmi olarak tanıtılmıştı. Endüstriyel devrimleri kademelendiren ilk yaklaşımda su ve buhar gücüne dayalı makineleşme birinci endüstri devrimi olarak görülüyor. Sonrasında Henry Ford’un geliştirdiği üretim bandıyla hızlanan seri üretim geliyor. Devamında elektrik ile ikinci, bilgisayarların hayatımıza girmesiyle de üçüncü endüstri devriminin gerçekleştiğini biliyoruz.
Sonrasında bilgisayar ağlarının geliştirilerek üretim aşamasına katılmasıyla ortaya çıkan dördüncü endüstri devrimi geliyor. Bu dönem en basit ifadeyle üretimin akıllı sistemlere devredilmesi olarak tanımlanıyor. Bu aşamada nesnelerin interneti, bulut depolama, bilişsel yazılımlar ile işleyen akıllı üretim sistemleri öne çıkıyor.
Yukarıdaki sınıflandırmadan da anlayacağınız gibi toplumsal dönüşümler Endüstri devrimleri ile birlikte geldi. Sonucunda tüm bunlar insanlar için hayatı kolaylaştırmak ve hızlandırmak amacını taşıyor. Ancak odağına insanları koymuyor. Aslına bakarsanız Toplum 5.0 fikri buna bir cevap olarak doğmuştur. Bunun nedeni Toplum 5.0’ın odağında sosyal refah ve bireylerin mutluluğunun olmasıdır.
Toplum 5.0 Nedir?
Toplum 5.0, süper akıllı yapay zeka veri sistemleriyle toplumun sorunlarını çözmek için ekonomik ve teknolojik ilerlemeyi dengeleyen insan merkezli bir toplumdur.
İnsanların, doğanın ve teknolojinin verilerle güçlendirilmiş sürdürülebilir bir denge oluşturduğu daha akıllı bir toplum için yeni bir vizyonu temsil etmektedir. Başka bir deyişle teknolojik aklı insan aklının hizmetine sunarak bir anlamda süper akıllı toplumlar oluşturmayı hedeflemektedir.
Japonya yaşlanan nüfus, azalan doğum oranı ve bozulan altyapı gibi sorunlar ile karşı karşıya olan ülkelerden birisidir. Japonya tüm bu sorunların çözümünün Toplum 5.0’a dönüşmek olduğunu ileri sürmüştür. Toplum 5.0, önceki dört toplumdan izler taşımakla beraber, kazanımları açısından bilgi toplumundan oluşacaktır. Ancak bu toplumun merkezinde “insan” ve “insanın yaşam kalitesi” yer alacaktır.
Japonya’nın Eğitim, Kültür, Spor, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, ilkokuldan üniversite düzeyine kadar Toplum 5.0’ın ihtiyaç ve değerlerini karşılamak için eğitim sisteminin nasıl ayarlanacağını dikkatle değerlendiriyor. 2017’de bakanlık, konuyla ilgili bir komite kurdu. Uzun tartışma ve münakaşalardan sonra komite genel bir sonuca vardı.
Japonya Öğrencilerini Toplum 5.0’a Nasıl Hazırlıyor?
Öğrencileri hızlı teknolojik değişime hazırlamak için anahtar, insan gücüne odaklanmaktır. Bunun gerçekleşmesi için Japonya, kritik olabilecek iki radikal değişikliği düşünüyor. Başarılı olursa bu Japonya’yı, yüksek teknoloji çağında öğretim için bir rol model olarak konumlandıracaktır.
İlk fikir, sınıf ilerlemesini daha esnek hale getirmektir. Bu, her yıl tamamen başarısız olmak veya tamamen geçmek yerine, anlayışta boşluk olmamasını sağlamak için daha fazla destek sınıfı sağlanacağı anlamına gelir. Örneğin, bir öğrenci beşinci sınıfa geçtiği halde matematikte başarılı olamadıysa, beceriler tamamen öğrenilene ve anlaşılana kadar beşinci sınıf dersini tekrar almak zorunda kalacaktır.
Yeri: https://www.matematiksel.org/toplum-5-0-nedir-japonya-ogrencilerini-gelecege-nasil-hazirliyor/ ▲ Collapse | |
|
|
Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER
Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacıların Sosyo-Ekonomik Yaşama Etkileri: Fayda Maliyet Ekseninde Bir Bakış
Effects of Syrian Refugees on Socio-Economic Life in Turkey: An Overview on the Cost–Benefit Axis
Çalışma: Ayhan Gençler
DOI: 10.26650/jspc.2019.78.0036
http://dergipark.gov.tr/iusskd
Başvuru: 12.01.2020
Reviyon talebi: 21.03.2020<... See more Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacıların Sosyo-Ekonomik Yaşama Etkileri: Fayda Maliyet Ekseninde Bir Bakış
Effects of Syrian Refugees on Socio-Economic Life in Turkey: An Overview on the Cost–Benefit Axis
Çalışma: Ayhan Gençler
DOI: 10.26650/jspc.2019.78.0036
http://dergipark.gov.tr/iusskd
Başvuru: 12.01.2020
Reviyon talebi: 21.03.2020
Son revizyon teslimi: 30.04.2020
Kabul: 01.05.2020
Online Yayın: 08.05.2020
-----------
Çalışmanın tamamı şurada: https://iupress.istanbul.edu.tr/tr/journal/jspc/article/turkiyedeki-suriyeli-siginmacilarin-sosyo-ekonomik-yasama-etkileri-fayda-maliyet-ekseninde-bir-bakis
------------
Öz
Yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren Türkiye, yakın coğrafyasında meydana gelen iktidar/rejim değişiklikleri sonrasında, farklı türlerde göç akımlarına maruz kalmıştır. Son olarak da, Ortadoğu ile Kuzey Afrika bölgelerinde yer alan bazı ülkelerde, rejim karşıtı eylemler çatışmaya dönüşmüş; Arap Baharı olarak da bilinen bu çatışmalar sonrasında da, bu ülkelerden ülkemize, göçmen ve sığınmacı/mülteci akını başlamıştır. Türkiye de komşusu olan Suriye’de iç karışıklığın artması ve bu ülkeden kaçan insanlara yönelik uyguladığı açık kapı politikasıyla, kısa zamanda milyonlarca Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapmak zorunda kalmıştır. Sığınmacıların ülkemizde konuşlanmaları ve kalış sürelerinin belirsizliği, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yaşamında yeni sorun alanlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu makalede de Suriyeli sığınmacıların ülkemizdeki sosyal ve ekonomik yaşama olan fayda ve maliyetleri incelenmektedir.
Bu bağlamda bu çalışmanın amacı, Suriyeli sığınmacıların, tarihinde ilk kez bu kadar kısa süre içinde kitlesel bir göç hareketi içinde kalmış olan Türkiye’nin, sosyoekonomik yaşantısına olan etkilerini ortaya koyabilmektir. Buradan hareketle, bu çalışmada öncelikli olarak Suriyeli sığınmacıların yasal statüleri incelenecek ardından da eğitim, sağlık, güvenlik, istihdam ve ekonomik bakımından olumlu ve olumsuz etkileri ortaya konmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler Sığınmacı, Mülteci. Geçici koruma, Eğitim, Sağlık, Güvenlik, Ekonomik maliyet
Abstract
Since the last quarter of the twentieth century, Turkey has been exposed to different waves of migration after certain regime changes in some of the countries within close proximity to it. In some countries in the Middle East and North Africa regions, anti-regime actions eventually turned into conflict; After these conflicts, also known as the Arab Spring, an influx of immigrants and asylum seekers/refugees started to emerge from...
.
.
.
...
kullanmaktadır. Yapılan bu açıklamalar, dinsel nüvelerden de
kaynaklanan zora düşene ve muhtaç olana yardım etmeye dayanan “ensar
muhacir” anlayışıyla ilişkilidir. Dolayısıyla bir insana yardımcı olmak
erdemli bir politika olarak görülebilir (ICG, 2016). Ancak bu uygulamanın
meydana gelen politik gelişmelere göre, evrilmesini öngörememek
veya yardımın boyutlarını sınırlamadan denetimsiz biçimde “açık kapı
politikası” nı sürdürmek ve her durumda bunun sürdürüleceğini taahhüt eden
uygulamalarda (Kap, 2014, s. 15) bulunmak, ülkemize yoğun ve kontrolsüz
Suriyeli sığınmacı akınına neden olmuştur. Bu gelişmeler karşısında nitekim
zamanın Başbakanı A. Davutoğlu bir konuşmasında, Suriyelilerin yüz bin
olarak belirlenen psikolojik eşiği aştığından bahsetmiştir (Kanat ve Aytaç,
2018: 59). Bu beyan, sığınmacıların sayısının beklenilenin çok üzerinde
olduğu, artık bunun yönetimsel bir sorun olarak önlerinde bulunduğunu itiraf
niteliğindedir.
118
Türkiye’de Mültecilik Hakkı ve Suriyelilerin Yasal Durumları
Ülkemizin göç politikalarına bakıldığında; Cumhuriyet öncesi dönemde
göçmenler ile ilgili özel bir düzenleme veya örgütlenmeye gidilmemiştir.
Yaşanan göç hareketlerinin kısa vadeli olduğu düşünülmüştür. Sorunların
çözümü de ortaya çıkış nedenleriyle sınırlı kalmıştır (Barut, 2018: 167).
Osmanlı Devleti, göçleri “iskân kurumu ya da politikası” yla şekillendirmeye
gitmiştir (Güzel, 2018: 105). Örneğin, 1849 yılında gelen Macarların sadece
iskân sorunlarının çözümü düşünülmüş ve Dâhiliye Nezareti nezdinde
bazı daireler bu konuyla ilgilenerek özel bir komisyon tarafından işlemler
gerçekleştirilmiştir. 1859 yılından itibaren ise göçün yoğunlaşması sonrasında,
Trabzon Valisi Başkanlığında 5 Ocak 1860 yılında Dünya’da türünün ilk örneği
olan “Muhacirin Komisyonu” oluşturulmuştur. Bu komisyonun “Rasyonel ve
uzun vadeli sosyal planlamayla ilgilenen ilk kurum” olma özelliğine sahip
olduğu görülmektedir (Barut, 2018: 167-169). Osmanlı Devleti’nin ardından
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve sonrasında da yaşanan göç hareketleri
karşısında “…bütünsellikten uzak ve parçalı, koordinasyon ve uyum sıkıntıları
yaşatan bir mevzuat yapısının” (Güzel, 2018: 105) oluştuğu anlaşılmaktadır.
Buna göre 2014 yılına kadar yapılan düzenlemeler ise aşağıdaki gibidir
(Güzel, 2018: 105-106):
1934 yılında 2510 sayılı İskân Kanunu (2006 yılında 5543 s.lı İskân
Kanunu ile yürürlükten kalktı.),
1950 yılında 5682 s.lı Pasaport Kanunu ile 5683 s.lı Yabancıların
Türkiye’de İkamet ve Seyahatleri Hakkında Kanun (2013 yılında 6458 s.lı
Kanun ile yürürlükten kalktı.),
1964 yılında 403 s.lı Türk Vatandaşlığı Kanunu (2009 yılında 5901 s.lı
Türk Vatandaşlığı Kanunu ile yürürlükten kalktı.),
1994 yılında Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek
Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep eden Münferit Yabancılar ile Topluca
Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara Olabilecek Nüfus
Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik (2014
yılında çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliği (GKK) ile yürürlükten kalktı.),
2003 yılında 4817 s.lı Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun
(2016 yılında 6735 s.lı Uluslararası İşgücü Kanunu ile yürürlükten kalktı.).
Gençler / Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacıların Sosyo-Ekonomik Yaşama Etkileri: Fayda Maliyet Ekseninde Bir Bakış
119
Suriye’den ilk göçmen kafilesinin gelmesinden on bir ay sonra, bu
sorunla mücadele edebilmek amacıyla 30 Mart 2012’de İçişleri Bakanlığı
tarafından “Türkiye’ye Toplu Sığınma Amacıyla Gelen Suriye Arap
Cumhuriyeti Vatandaşlarının ve Suriye Arap Cumhuriyetinde İkamet
Eden Vatansız Kişilerin Kabulüne ve Barındırılmasına İlişkin Yönerge”
düzenlenmiştir. Bu kapsamda Başbakanlık Suriyeli Sığınmacılar Genel
Koordinatörlüğü oluşturulmuştur ve ayrıca ülkemizdeki Suriyelilerle ilgili
kamu kuruluşları arasında koordinasyonun sağlanması için Gaziantep’te
görev yapan Valinin de “Koordinatör Vali” olarak atandığı görülmektedir.
Göç ile ilgili mevzuat düzenlemeleri, ülkemizde yaşanan göç hareketleri
ve çeşitliliği başta olmak üzere Avrupa Birliği ve uluslararası kuruluşlardan
gelen talepler göz önünde bulundurularak şekillenmektedir. Bu konuda
yapılan düzenlemelerin en önemlisi 2014 yılında yürürlüğe giren 6458
s.lı “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ”dur (YUKK). Bu kanun
ile “İltica ve göç yönetimine ilişkin sorumluluk” kademeli olarak Emniyet
Genel Müdürlüğü’nden Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne (GİGM)
devredilmiştir (Tunca ve Karadağ, 2018: 52). Suriyeli akını başladığında
başlangıçta AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) tarafından
sığınmacılar ile ilgili durum yönetilmeye çalışılarak 22.04.2014 tarihinde
“Kabul ve Barınma Merkezleri ile Geri Gönderme Merkezlerinin Kurulması
ve Yönetimi, İletilmesi, İşlettirilmesi ve Denetimi Hakkında Yönetmelik’’
oluşturulmuştur. Bunu takiben de 22.10. 2014 tarihinde Türkiye’de bulunan
ve gelmesi muhtemel olanlara uygulanacak işlemlere ilişkin “Geçici Koruma
Yönetmeliği” çıkarılmıştır. Türkiye’ye yönelik Suriyeli göçmen akınının
yoğunlaşması ve sorunun büyüklüğü karşısında Suriyeliler özelinde oluşan
baskıyla, göç alanında önemli ilerlemeler gerçekleştirildiği söylenebilir.
Nitekim Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı yoğun sığınmacı akını karşısında
hükümet tarafından ortaya konan “geçici kalıcılık” kavramı bu sorun
karşısındaki belirsizliği ve bir strateji ortaya koymadaki güçlüğü özetler
niteliktedir. Keza Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği eski
sözcüsü Metin Çorabatır’ın ifadesine göre (ICG, 2016, s. 3):
“O tarihlerde, ülkede göç ya da sığınma uzmanı çok azdı. Ne iktidar ne de muhalefet
partilerinin konuya dair uluslararası normları bilen danışmanları vardı. Böylesi bir akışla başa çıkmayı sağlayacak yasal çerçeve de yoktu. Bir sorun belirdiğinde, doğaçlama bir biçimde kısa vadeli çözüme yönelik kararlar alınıyordu.”
Bu ifadeler, Türkiye’nin Suriyeli sığınmacı konusunda hazırlıksız,
politikasız ve olabilecek çeşitli gelişmelere yönelik politika üretme yönünde
yeterli uzman ve stratejiden yoksun olduğunu özetlemektedir. Düzenlemelerin,
yaşanılmış deneyimler veya ortaya çıkan sorunlar kapsamında çözüm
üretilmek yoluyla gerçekleştirildiği görülmektedir.
Türkiye’nin yaşadığı düzensiz göç hareketleri ile “mülteci ve sığınmacılara”
yönelik yaptığı ve yapmayı hedeflediği düzenlemeler, uluslararası
uygulamaların mevzuatımıza aktarılması yoluyla ortaya koyduğu taahhütler
kapsamında gerçekleşmektedir. Nitekim Türkiye, uluslararası alanda bazı
hakların tanınmasında sözleşmelere çeşitli kısıtlar koyarak sözleşmeleri
onaylama yoluna gitmiştir. 1951 yılında kabul edilen Cenevre Sözleşmesi’nin
madde 1/2’si “1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda
ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi
düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu
için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından
yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen
yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet
ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle
dönmek istemeyen her şahsı…” mülteci olarak tanımlar ve 21. maddesi ise bu
kişilere “vatandaşlar gibi muamele” edilmesi güvencesi vermekteydi. Ancak
ilerleyen yıllarda bu olgunun sadece Avrupa ile sınırlı olmadığı, dünyanın
başka bölgelerinde de benzer durumların yaşanmakta olduğu görüldüğünden,
Cenevre Sözleşmesi’nden 1967 yılındaki “Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair
Protokol” ile, “tarih sınırlaması” (md. 1/2) ve “coğrafi sınırlama” (md. 1/3)
kaldırılmıştır (Dost, 2014: 36). Protokol, mültecilere farklı işlem yapılmasını
engellediği gibi 32’nci madde kapsamında yasal bir mültecinin ‘’ulusal
güvenlik’’ veya ‘’kamu düzenini bozabilecek sebepler’’ dışında sınır dışı
edilemeyeceğini ifade etmektedir. 333’ncü maddedeki “hayatı ve özgürlüğü
tehdit altında olacak ülkelerin yasal sınırlarına, her ne şekilde olursa
olsun geri gönderemeyecek veya iade edilemeyecektir.” hükmü de imzacı
ve uygulayıcı ülkeleri mültecilerin güvenli bir yaşam sürdürebilmelerinin
sağlanmasında onları yükümlü tutmaktadır.
Sözleşmenin düzenlendiği güne kadar dünyada meydana gelen gelişmelerin
varlığı ve sonrasında ortaya çıkanlar, bu konular üzerinde tartışmaların
sürmesine zemin oluşturmuştur. Çünkü sözleşme, yaşanılan dönemdeki soğuk
savaş sürecinde ve Avrupa’yı merkeze alarak oluşturulmuştur. Bu sebeple
de “sığınmacı” tanımı konusunda bir mutabakata varılamamıştır. Sözleşme
üzerinde süren tartışmalar, devletlerin uygulamada getirdikleri kısıtlamalar
veya ulusal mevzuatlarında yaptıkları düzenlemeler (Dost, 2014: 31-32)
her ne kadar 1967 protokolü ile kaldırılmış olsa da, mülteci statüsü ile ilgili
ülkeler, uygulamada farklı seçenekleri hayata geçirmektedir.
Sığınmacılar ise mültecilik statüsü kazanmak için aranılan koşulları
içerdiğini ileri süren ve yaptığı başvurunun sonucunu bekleyen kişilere
denmektedir (IOM, 2009: 49). Yapılan başvuruda ileri sürülen koşulların
kabul edilmemesi durumunda, ülkeyi terk etmek zorunda kalanlardır.
Türkiye’nin de uluslararası sözleşmeler ve onadığı anlaşmaları uygulama
ve iç hukukuna aktarmada kısıtlamalara gittiği görülmektedir. 1951 tarihli
Cenevre Sözleşmesi’ni 1961 yılında TBMM’de onaylayarak yürürlüğe
koyan Türkiye, “tarih kısıtlamasını” kaldırmakla birlikte, “coğrafi çekince”
hakkını korumuştur (Nurdoğan vd., 2016: 225). Türkiye onadığı bu
anlaşmaya koyduğu coğrafi çekince ile Avrupa dışından gelenlere mültecilik
hakkı tanımamaktadır. Bu nedenle Suriye ve diğer ülkelerden gelen
sığınmacılara mülteci statüsü verilmemektedir. Türkiye bu kısıtlamayı 6458
s.lı Kanun’a da aktarmıştır (Güzel, 2018: 107). 6458 s.lı Kanun’un 61’nci
maddesindeki mültecilik unsurlarında Cenevre Anlaşması md.1/2’de yer
alan esasların tanımlandığı görülmektedir. 6458 s.lı Kanun’un 62 numaralı
maddesinde ise Türkiye’nin uluslararası sözleşmelere koyduğu kısıtlamanın
uygulanması ve mültecilik hakkı vermeyeceği diğer ülke vatandaşlarına nasıl
bir statü verileceği düzenlenmektedir. Buna göre md. 62’de “şartlı mülteci”
tanımlaması getirilmekte; bu madde de 61’nci maddede sayılan mültecilik
hakkı kazandıran “Avrupa ülkeleri” ibaresi yerine “Avrupa ülkeleri dışında”
ibaresi getirilerek 61’nci maddedeki tüm özellikler harfiyen tanımlanmıştır
ve bu özellikleri taşıyan kişilere de “şartlı mülteci” statüsü verilir denmiştir.
Gelen kişi 61’nci maddedeki özellikleri harfiyen yerine getirse dahi coğrafi
kısıtlamadan dolayı 62’nci madde’ ye göre “mülteci değil”, “şartlı mülteci”
olabilmektedir. Bu kişilere üçüncü bir ülkeye gidene kadar Türkiye’de kalma
hakkı verilmektedir. 63’ncü maddede de mülteci veya şartlı mülteci olarak
nitelendirilemeyen kişilerin “ikincil koruma” hakkından yararlanabilecekleri
yer almaktadır. Bu maddeye göre; “Ölüm cezasına mahkûm olacak veya
ölüm cezaları infaz edilecekler; işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza
veya muameleye maruz kalacak olanlar; uluslararası veya ülke genelindeki
silahlı çatışma durumlarında, ayrım gözetmeyen şiddet hareketleri nedeniyle
şahsına yönelik ciddi tehditle karşılaşacak” kişilere statülerinin belirlenmesi
sonrasında ikincil koruma statüsü verileceği düzenlemesi yer almaktadır.
91’nci maddede de bu kişilere “geçici koruma” sağlandığı belirtilmektedir.
Dolayısıyla yapılan hukuki düzenlemede sığınmacılık konusu ve kavramı
yer almamış olup, “mülteci, şartlı mülteci ve ikincil koruma’’ kavramları
tanımlanmıştır. Suriyeliler şartlı mülteci ve ikincil koruma statülerine dâhil
edilebilirler (Akcan, 2018: 61).16833 s.lı Geçici Koruma Yönetmeliği’nin md. 5/1’inde Türkiye’ye girişyaparken yetkili birimler tarafından tespit edilmeleri veya kayıt yaptırmak üzere başvurmaları durumunda, bu kişilerin Türkiye’ye giriş şekilleri veya
bulunuşlarından dolayı cezalandırılmayacakları garanti edilmektedir. Md. 6’da
bu kişilerin hayatlarının ve özgürlüklerinin tehdit altında olabileceği yerlere
gönderilmeyecekleri teminat altına alınmaktadır. Md. 15’te ise geçici koruma
işleminin sınırlandırılabileceğini belirten hükümler yer almaktadır. Buna göre
Bakanlar Kurulu kararı ile “milli güvenliği, kamu düzenini, kamu güvenliğini
veya kamu sağlığını tehdit edecek şartların oluşması durumunda” geçici
koruma işleminin “sınırlandırılabileceği, süreli veya süresiz” durdurulabileceği
belirtilmektedir. Yönetmeliğin md. 42/1’inde geçici koruma altında olanlardan
gönüllü olarak ülkelerine dönmek isteyenlerin imkânlar ölçüsünde desteklenerek
onlara gerekli kolaylığın gösterileceği yer almaktadır. Yönetmeliğin altıncı
bölümünün 26-32’nci maddelerinde ise sunulacak hizmetler (sağlık, eğitim,
iş piyasasına erişim, sosyal hizmetler ve yardımlar gibi) belirtilmektedir.
Türkiye’de yapılan düzenlemeleri ise sağladığı katkılar bakımından olumlu ve
olumsuz başlıklar altında toplamak gerekirse;
Olumlu yönleri:
Hakkaniyet, evrensel insan hakları, bireyin onuru ve saygınlığı ilkelerine
dayanan bütüncül bir düzenleme getirmektedir (Güzel, 2018: 112).
İçerik bakımından kapsamlı bir düzenlemedir.
Uluslararası normlar ile uyumluluk sağlayan düzenlemedir.
1 Bu makalede ise Suriyeliler için “sığınmacı” nitelemesi kullanılmıştır. Sığınmacılık, mülteciliğe
geçiş hakkı doğuran tanımlamayı ifade etmektedir. Türkiye’deki Suriyelilerin ise statüleri bu hakkı
vermemektedir. Ancak resmi çevreler tarafından Suriyelilere yönelik vatandaşlık verilebileceği beyanları
ve kalış sürelerinin belirsizliği nedeniyle bu niteleme yapılmıştır.
123
Olumsuz yönleri:
Valilere önemli yetkiler verilmektedir (Güzel, 2018: 112).
Mevzuattan kaynaklanan uygulamaları GIGM’e vermekte, fakat bu karar
neticesinde büyük sığınmacı sorununun Genel Müdürlük ile çözümlenmeye
çalışılması yeterli değildir.
Geçici koruma altında olanlara yönelik süre kısıtlaması yoktur. Bu nedenle
süre açık uçludur.
Hizmet uygulamalarının Bakanlıklara aktarılması etkinliği azaltabilir.
Sığınmacı ve göç yoğunluğuna maruz kalınması nedeniyle sorunlara etkin,
hızlı ve kurumsal uzmanlık aracılığıyla daha proaktif yaklaşabilmek için
mutlaka bir “Göçmen Bakanlığı” kurulmalıdır.
.
.
.
...
Çalışmanın tamamı şurada: https://iupress.istanbul.edu.tr/tr/journal/jspc/article/turkiyedeki-suriyeli-siginmacilarin-sosyo-ekonomik-yasama-etkileri-fayda-maliyet-ekseninde-bir-bakis
--------------
Foturaflar netten alındı
[Edited at 2024-01-09 22:22 GMT] ▲ Collapse | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER ... alıntı foturaf ve görseller | Jan 10 |
mülteciler, ekonomik nedenlere dayalı mültecilik, iklim kaynaklı göç hareketleri, savaşlar-iç karışıklıklar nedeniyle yurtlarını terk eden insanlar; zor hayatlar, göç yolları, zorluklar, ölümler, yeni umutlar... hiç kimse durduk yere zevk olsun diye çöllerde-yollarda ölmek istemez. katlanılabilir bir hayata kavuşmayı denemek bir insan hakkıdır; denizlerde o çok tehlikeli yolculuklara nedeni/nedenleri olmasa kimse kalkışmaz... önce insanız, önce insan olalım... See more | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER Tarım işçileri ve sorunları hakkında (Araştırma 2017 yılında yayımlanmış olsa da... | Jan 12 |
--tümüylen alıntıdır--
Gezici Mevsimlik Tarım İşçileri İle Yerli Mevsimlik Tarım İşçilerinin Karşılaştırmalı Analizi: Isparta İli Örneği
Çalışma :::: Berna YİĞİT* Özal ÇİÇEK** Mustafa ÖZTÜRK***
�... See more --tümüylen alıntıdır--
Gezici Mevsimlik Tarım İşçileri İle Yerli Mevsimlik Tarım İşçilerinin Karşılaştırmalı Analizi: Isparta İli Örneği
Çalışma :::: Berna YİĞİT* Özal ÇİÇEK** Mustafa ÖZTÜRK***
Çalışmanın tamamı burada: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/421593
Özet
Tarımda yaşanan dönüşümle birlikte tarımsal üretimde insan emeğinin yerini makinelerin alması, toprakların bölünmesi, hükümetlerin uyguladıkları tarım politikaları, zorunlu göç uygulamaları ve ailelerin çocuklarının daha iyi bir eğitim alabilmesi için kentlere yönelmesi gibi etkenler kırsalda yaşayan ve tek geçim kaynağı tarım olan insanların kentlere göç etmesine yol açmıştır. Yaşamları boyunca yalnızca tarımla ilgilenen insanlar kentlere geldiklerinde düşük ücretli ve sosyal güvenlikten yoksun bir şekilde çalışmak zorunda kalmıştır. Kentlere göç etmeyerek köylerde yaşamaya devam eden ve mülksüzleşme süreci sonunda topraklarını kaybeden kitleler ise; iklimsel çeşitlilik nedeniyle farklı dönemlerde ve bölgelerde yetişen tarımsal ürünlerin çapasında yahut hasadında çalışmak üzere mevsimsel olarak göç etmek durumunda kalmıştır.
Gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğunda nüfusun tarım sektöründe yoğunlaşmasıyla birlikte genel görüntü tarımda istihdam edilen bu kitlenin aldığı ücretlerin düşüklüğü dolayısıyla yoksulluktan kurtulamadığı şeklindedir. Tarımda çalışan işgücü oranının hala Avrupa ortalamasının oldukça üzerinde olduğu Türkiye’de de tarım sektörü aracılığıyla ülke ekonomisine katkı sağlayan kitlelerin sosyal ve ekonomik haklarına yönelik düzenlemeler göz ardı edilmiş, tarımda yaşanan dönüşüm süreci hızla devam ederken insan emeğine verilen değerde ise aynı oranda gelişim gözlenememiştir. Tarımsal üretim içerisinde yoğun emek süreçlerine tabii olan mevsimlik tarım işçileri, asgari yaşam koşullarının oldukça altında yer alan bir toplumsal grup olarak emeklerinin karşılığını alamayan tarım emekçileri içerisinde koşulları en kötü olan kitleyi temsil etmektedir.
Bu grup; sürekli hareket halinde olan ve genellikle mevcut tarımın yapıldığı coğrafyaya uzak noktalardan gelen gezici tarım işçileri ile lokal olarak mevcut tarımın yapıldığı o bölgenin insanlarından oluşan yerli mevsimlik tarım işçilerinden oluşmaktadır. Güvencesiz ve sosyal haklardan yoksun olarak çalışan mevsimlik tarım işçileri uzun çalışma saatleri ve kötü yaşam koşulları nedeniyle sağlık sorunları yaşamakta ancak sosyal güvenceleri olmaması nedeniyle tedavi olmaları için gereken hizmeti alamamaktadır. Sosyal haklar açısından dezavantajlı olan bu işçiler aynı zamanda ekonomik olarak da toplumun gerisinde yer almaktadır. Tek geçim kaynaklarının sadece çalıştıkları dönemde elde ettikleri gelir olduğu düşünüldüğünde daha fazla kazanmak için ailenin tüm fertleri çocuk yaşlı demeden çalışmak zorunda kalmaktadır. Bu durum çocukların eğitimlerini tamamlamaları açısından engel oluşturmakla birlikte hem çocuk işçiliği sorununu meydana getirmekte hem de bu çocukların başka meslekler edinmelerini imkânsızlaştırmaktadır.
Çalışma; tüm bu sosyal sorunlar çerçevesinde Isparta ili sınırları içerisinde gezici olarak mevsimlik tarım işçiliği yapan işçiler ile Isparta ili ve ilçelerinden taşımacılıkla yevmiyeli olarak gelen mevsimlik tarım işçilerinin sosyal ve ekonomik durumlarını karşılaştırmalı olarak incelemeyi amaçlamaktadır. Bu amaçla; Isparta’da tarımsal üretimin yoğun olarak yapıldığı Şarkikaraağaç ve 1 Bu çalışma Süleyman Demirel Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon Birimi tarafından desteklenen 4774-YL1-16 No’lu “Gezici Mevsimlik Tarım İşçileri ile Yerel Mevsimlik Tarım İşçilerinin Durumlarının Karşılaştırılması: Isparta İli Örneği” adlı Yüksek Lisans Tez projesinden oluşturulmuştur.
--------------
* Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi, [email protected] ** Arş. Gör., Süleyman Demirel Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü, Çalışma Ekonomisi Anabilim Dalı, [email protected] *** Doç. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü, Yönetim ve Çalışma Psikolojisi Anabilim Dalı, [email protected]
--------------
Yalvaç ilçelerine nohut hasadında çalışmak üzere gelen 200 gezici mevsimlik tarım işçisi,
Gelendost ve Eğirdir ilçelerine elma toplamak için gelen 200 yerli mevsimlik tarım işçisi olmak
üzere toplamda 400 mevsimlik tarım işçisine anket uygulanarak mevcut durumları hakkında bilgi
edinilmesi hedeflenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Göç, Tarımsal Dönüşüm, Mevsimlik Tarım İşçiliği, Isparta.
Comparative Analysis of Traveling Seasonal Agricultural Labourers and Local Seasonal Agricultural Labourers: The Case of the Province of Isparta
Abstract
Together with the substitution of human labour with machines as a consequence of the
transformation in agriculture those people who live in rural areas and whose only mean of living is
the agriculture have started to immigrate to cities. Those people, who had earned their living only
with agriculture, had to work in low income jobs without any social security when they came to
cities. On the other side, others, who did not immigrate to cities and stayed in the country and
hence lost their lands with the dispossession process had to immigrate seasonally in different
periods due to climatic variety and the timing of hoeing and harvest of agricultural products in
different regions.
In most of the developing countries, together with the concentration of population in the
agricultural sector, the overall picture is that as the wages of the masses employed in the
agricultural sector are low, they could not get rid of the poverty. In Turkey where the number of
labour force employed in the agriculture is still higher than the European average, the regulations
for social and economic rights of those masses who contribute national economy through
agricultural sector have been ignored and no proportional development has been observed in the
value assigned to human labour while the transformation process in the agriculture is continuing.
Seasonal agricultural labourers who are subject to labour intensive processes in the
agricultural production represent the most disadvantageous mass among agricultural labourers who
are defined as a social group living under minimum conditions and that could not receive a
recompense for their works. Seasonal agricultural labourers are composed of two groups: traveling
seasonal agricultural labourers who are constantly mobile and live far from the work place and
local seasonal agricultural labourers composing of local people who live close to the place of
production.
Those seasonal agricultural labourers who work without any social security and social rights
experience health problems due to long working hours and bad living conditions but could not
receive any treatment as they do not have social security. These labourers who are disadvantageous
in terms of social rights are also economically behind the society. If it is thought that the only
income they receive is the wages earn in return for working, it is obvious that in order to earn more,
they – as the whole family – have to work young and old. This in turn hinders the education of
children and creates both the problem of child labour and the impossibility of those children to get
a profession.
In the context of these social problems, the study aims to comparatively analyse the social
and economic conditions of the labourers who work in the boundaries of the province of Isparta as
travelling seasonal agricultural labourers and the seasonally transported labourers who are from the
province of Isparta and its districts as jobbers. For this purpose, in order to gather information
about the current situations of the labourers at the total 400 questionnaires are to be applied, 200 of
which to those traveling seasonal agricultural labourers who come to the districts of Şarkikaraağaç
and Yalvaç for chickpea harvest and 200 of which to those local seasonal agricultural labourers
who work at the apple harvest in the districts of Gelendost and Eğirdir.
Keywords: Immigration, Agricultural Transformation, Seasonal Agricultural Work, Isparta.
--------------
Giriş
Tarım toplumlarında insanlar üretim ve dolayısıyla da gelir bakımından toprağa bağımlı
olduklarından yer değiştirmeleri genellikle zorunlu nedenlerden kaynaklanmaktadır (Tekeli,
2008, s. 173). Kırsalın iticiliği, kentin ise çekiciliği göç olgusunun temel taşlarını
oluşturmakla birlikte küçük toprak sahipleri, topraksız köylüler ve tarım işçileri; tarımda değişen
üretim yöntemleri, sınırlı istihdam olanakları ve mevsimsel etkiler nedeniyle ülkenin çeşitli
yerlerine dönemsel olarak tarım ürünlerinin çapası yahut hasadında çalışmak üzere göç
etmektedirler (Çınar, 2014). Tarımsal yörelerde mevsimsel etkiler nedeniyle işgücü arz ve talebi
arasındaki farkı kapatmak amacıyla yaşanan hareketlilik olarak da tanımlanan mevsimlik göç
olgusu (Lordoğlu & Çınar, 2011, s. 420-421); farklı iklim türleri görülmesinin bir sonucu olarak
çeşitli bölgelerde yetiştirilen farklı tarım ürünleri nedeniyle ilkbahar, sonbahar ve yaz aylarında
yoğunlaşmaktadır (Tabcu, 2015, s. 13). Özellikle topraksız köylüler tarım işçisi olarak çok düşük
ücretlerle ve sosyal sigortadan mahrum olarak ya yaşadıkları bölge içerisinde ya da başka bölgelere
göç ederek bu yörelerdeki tarım arazilerinde çalışmaktadırlar (Öztürk, 2008, s. 619).
Mevsimlik tarım işçisi olarak çalışmak hangi gerekçeye dayanırsa dayansın bu çalışma
türünün sürdürülmesindeki temel etken işçilerin yaşadıkları yerlerde hayatlarını idame ettirebilecek
düzeyde bir gelirden yoksun olmalarıdır (Görücü & Akbıyık, 2010, s. 196). Bu açıdan ücret, konut
ve beslenme olanaklarının yetersiz olması işçilerin yaşam koşullarını da olumsuz yönde
etkilemektedir. Mevsimlik tarım işçileri açısından olumsuz başka bir konu da iş güvencesizliği ile
ilgidir. Tarım işlerinde çalışanların iş kanunu kapsamına alınabilmesi için 50’den fazla işçi
çalıştırıyor olması gerekmektedir (md4). Mevsimlik tarım işçilerinin kayıt dışı çalıştıkları göz
önünde bulundurulduğunda bu kapsamda bir iş güvencesinden faydalanamayacakları açıktır
(Kablay, 2015, s. 94). Bu durum işçilerin; hem kendi yaşadıkları bölgelerde hem de çalışmak
amacıyla gittikleri yörelerde Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’ndan
faydalanamamalarına yol açmaktadır (Özbekmezci & Sahil , 2004, s. 262).
Kayıt dışı çalışan mevsimlik tarım işçileri hakkında net veriler elde edilememesinden dolayı
mevsimlik tarım işçisi olarak çalışanların sayısı tam olarak bilinememektedir (Akbıyık, 2011, s.
139). Türkiye’de 2016 yılı için genel kayıt dışı istihdam oranı %33,49 olarak belirlenirken tarım
sektöründeki kayıt dışı istihdam oranı %82,09 olarak tespit edilmiştir (Sosyal Güvenlik Kurumu,
2017). Kırsal kesimde topraksız ya da yeterli toprağa sahip olmayan - bu kesim kırsal alandaki
nüfusun yarısını oluşturmaktadır- kesim kayıt dışı olarak çalışmaktadır (Akbıyık, 2011, s. 139).
Tarım işçileri, yaşadıkları yere göre yapılan sınıflandırmayla gezici ve yerli mevsimlik tarım
işçileri olarak iki kategoride değerlendirilmektedir. Gezici mevsimlik tarım işçileri tarımsal
üretimin yapılacağı yere dışarıdan gelen işçiler olarak tanımlanmakta iken (Görücü & Akbıyık,
2010, s. 192), yerli (gündelikçi) mevsimlik tarım işçileri için ise literatürde tam bir tanım
bulunmamaktadır. Bununla birlikte işin yapılacağı yere görece yakın yerlerde ikamet eden ve
aldıkları yevmiye karşılığı günübirlik olarak tarlalara giden işçiler yerli (gündelikçi) mevsimlik
tarım işçisi olarak adlandırılmaktadır (Beleli, 2013, s. 15).
Mevsimlik tarım işçileri; yaşam ve barınma koşullarındaki uyumsuzlukla birlikte yetersiz ve
dengesiz beslenme, aşırı sıcak ve soğuklardan kaynaklanan hastalıkların beraberinde yaşanan
kazalardan kaynaklanan yaralanmalar ve tüm bunlarla birlikte hizmete erişememe nedeniyle
meydana gelen ölümler, kötü şartlarda çalışmanın yanı sıra sosyal dışlanmaya da maruz kalan bir
grup olarak ele alınmaktadır. Bu işçi kesimi, son yıllarda yoğunlaşan çalışmalarda araştırmacılar,
hükümetler ve bilim insanları tarafından çalışma hayatının görünmeyenleri ve duyulmayanları
olarak nitelendirilmektedir (Hurst, 2007, s. 89-90).
1. Türkiye’de Mevsimlik Tarım İşçiliği
Türkiye tarımında bilinen mevsimlik tarım işçiliği Kavalalı İbrahim Paşa’nın 1830 yılında
Sudan’dan getirdiği işçilerle ilk olarak Çukurova Bölgesi’ne pamuk ekimiyle başlamış daha sonra
da Ege ovalarında yaygın hale gelmiştir. Ekim alanları genişleyip üretim artışı sağlandıkça daha
fazla işçiye ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenle 1834 yılında çalışma saatleri ve ücretlerle birlikte
-----------------
ortaya çıkabilecek iş uyuşmazlıklarının çözümü amacıyla resmi düzenlemeler yapılmıştır. İşçi
ücretleri kurulan bir komisyon tarafından arz ve talebe göre belirlenmiş ve 5,5 günlük çalışma
karşılığında 7 günlük ücret verilmesi kararlaştırılmış olup, bu düzenleme mevsimlik tarım işçilerine
yönelik hafta tatili uygulaması olduğunun da bir göstergesi olmuştur (Akbıyık, 2008, s. 229).
Ancak yaklaşık yüz yıl sonra Adana’da düzenlenen tarım işçiliği ile ilgili bir kongrede yayımlanan
raporda ortaya çıkan sonuçlar işçi ücretleri, çalışma koşulları ve işçi temini gibi konuların zaman
geçtikçe ciddi boyutlara ulaşan sorunlar haline geldiğini göstermiştir (Akbıyık, 2008, s. 330). Ülke
nüfusunun yaklaşık %20’sinin geçimini sağlayan tarım sektöründe, istihdam edilen işçilerin
neredeyse yarısının mevsimlik tarım işçilerinden oluştuğu tahmin edilmekte ve sayısal olarak
oldukça fazla olan mevsimlik tarım işçileri asgari yaşam koşullarını elde edemedikleri gibi bunun
yanı sıra yeterli düzeyde yasal korumadan da faydalanamamaktadır (Öz Selek & Bulut, 2013, s.
95).
Bu nedenle yaşam ve çalışma koşulları diğer tarım işçilerine göre daha ağır şartlar taşıyan
mevsimlik tarım işçilerinin mevzuatla özel olarak korunmaları gerekmektedir. Ancak bu korunma
ihtiyacı yalnız çalışma ilişkilerinden kaynaklanmamakta aynı zamanda ulaşım, barınma, sağlık ve
eğitim gibi alanları da kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Nitekim bu işçiler aileleri ile birlikte,
nerede iş bulurlarsa oraya hep birlikte taşınmakta ve neredeyse yılın dörtte üçünü gezici olarak
geçirmektedir (Kalkınma Atölyesi, 2014, s. 45).
Türkiye’de tarım sektöründe çalışan işçilerin her yıl yaklaşık olarak yarısının mevsimlik tarım
işçisi olarak çalıştıkları tahmin edilmektedir. Bu işçiler arasında kadınlar ve çocuklar da oldukça
önemli bir konumda yer almakta ve sayıları giderek artmaktadır. Ulusal ve uluslararası pazara
yönelik yapılan üretim kapsamında pazarlama politikaları gereğince düşük ücretlerle üretim
yapılmakta, bunun sonucunda tarım işçilerine ödenen ücretler düşük olmakta ve kazanılan ücretin
insanların asgari yaşam standartlarını karşılayamaması nedeniyle de yoksulluk meydana
gelmektedir (www.mevsimliktarimiscileri.com). Düşük ücretlerle çalışarak güvencesiz istihdam
yapısı içerisinde yer alan mevsimlik tarım işçileri, tarımsal üretim süresince her ne kadar işsizlikten
kurtulmuş olsalar dahi aldıkları ücretler nedeniyle yoksulluk probleminden kurtulamamaktadır
(Altın, 2014, s. 99).
Bu açıdan, mevsimlik ya da sürekli olarak tarım işinde çalışmak durumunda olan tarım
işçilerinin aldıkları ücretler, çalışma ve özellikle yaşam koşulları göz önünde bulundurulduğunda
mevsimlik tarım işçilerinin sürekli bir döngünün içerisinde mahsur kaldığı gözlemlenmektedir.
Özellikle mevsimlik tarım işçisi olarak çalışmak durumunda olanlar bu işi uzun süre ve gezici
olarak yaptıklarından dolayı gidecekleri yerlere çocuk, yaşlı hep birlikte giderek çalışmaktadır. Bu
durum çocuklar açısından eğitimlerini yarıda kesmek zorunda kalmalarına yol açmaktadır. Bunun
sonucunda, yeterli eğitimi alamayan çocukların aileleri gibi mevsimlik tarım işçisi olarak çalışmaya
devam ettikleri ve bu döngünün bir parçası haline geldikleri görülmektedir (Kablay, 2015, s. 93).
2. Türkiye‘de Mevsimlik Tarım İşçilerinin Karşılaştıkları Problemler
Mevsimlik çalışarak hayatlarını idame ettirmek durumunda olan işçilerin karşılaştıkları
sorunlar çok çeşitli olmakla birlikte; ücretler, ulaşım, barınma, eğitim, sağlık ve çalışma ilişkileri
ile sosyal güvencesizlik mevsimlik tarım işçileri açısından ivedilikle çözülmesi gereken problemler
arasında yer almaktadır.
2.1. Ücret Sorunsalı
Mevsimlik tarım işçilerinin ücretleri için asgari bir oran olmamakla birlikte ücretler,
başkanlığını vali veya yardımcılarının yaptığı bir komisyon tarafından belirlenmektedir. Tarımsal
işletmelerde dönemsel olarak çalışan mevsimlik tarım işçilerinin aldıkları ücretler iller bazında
TÜİK tarafından analiz edilerek her Mart ayında kamuoyuna açıklanmaktadır.
Buna göre tarımsal işletmelerde sürekli çalışan tarım işçilerinin günlük ücretleri 2015 yılına
göre %9,5 oranında artarak 56 TL, mevsimlik tarım işçilerinin günlük ücretleri ise bir önceki yıla
göre %13,4 artarak 59 TL olarak tespit edilmiştir. Kadın mevsimlik tarım işçilerinin günlük
aldıkları ücret 53 TL olarak belirlenirken erkek mevsimlik tarım işçilerinin ücretleri ise 66 TL’dir.
Sürekli tarım işçilerinin ise günlük aldıkları ücret kadınlarda 49 TL olurken erkek tarım işçilerinde
57 TL olarak gerçekleşmiştir.
.
.
.
...
2.2 Ulaşım Sorunsalı
Bir yerden başka bir yere sürekli olarak taşınmak durumunda olan mevsimlik tarım işçileri
ulaşım aracı olarak çoğunlukla kamyon veya kamyonetleri tercih etmektedir. Yer değiştiren
ailelerin kalabalık olması da göz önünde bulundurulduğunda eşyaları ile göç eden mevsimlik tarım
işçileri için büyük araçlar oldukça kullanışlı görünmektedir. Ancak trafik kazası oranlarının
yüksekliği göz önünde bulundurulduğunda üstü açık kamyonlarla yolculuk yapan ailelerin
meydana gelecek büyük bir trafik kazasında hayatta kalma şansı oldukça düşük bir seviyede
olmaktadır (Görücü & Akbıyık, 2010, s. 198). Durumu görece daha iyi olan aileler ya kendi
minibüsleriyle ya da kiraladıkları minibüslerle yolculuk yapmaktadır. Özellikle ulaşım şartlarının
daha da zorlaştığı kış aylarında kamyonlarla ulaşımın sağlanması oldukça zor olmaktadır (Koca &
Girgin, 2000, s. 317).
2.3. Barınma Sorunsalı
Gezici olarak geçimlerini sağlamaya çalışan mevsimlik tarım işçileri hem sürekli ikamet
yerlerinde hem de çalışmak amacıyla gittikleri yörelerde sağlıklı şartlar içerisinde barınma
olanağına sahip olamamaktadır. Genellikle her aile bir çadır içerisinde yaşamakla birlikte çadırların
boyutları değişiklik göstermektedir. Çadırların içerisinde mutfak malzemeleri, yatak, yorgan ve
diğer ihtiyaçları bulunmaktadır. Tuvalet - banyo ihtiyacı, yerleşim yerlerinde uygun olan
mevkilerde naylon ya da çuvallarla çevrili bir alan oluşturularak giderilmeye çalışılmaktadır.
Yerleşilen yerlerde uygun altyapı olmaması nedeniyle işçiler, sağlık sorunları yaşanmakta ve çeşitli
böcek zehirlenmelerine maruz kalınmaktadır (İpekçioğlu, Büyükhatipoğlu, Monis, Özel, &
Bayraktar, 2012, s. 142).
Derme çatma kurulan çadırlar altyapı yetersizliği ile birlikte yağmur yağdığında sular içinde
kalmakta, yağışların süreklilik arz ettiği durumlarda ise işçiler için barınacak bir yer
kalmamaktadır. Mevsimsel etkiler nedeniyle çok sıcak ve çok soğuk havalarda çadırların korunma
için uygun bir barınak olmadığı çok açık olmakla birlikte çadırlarını tozlu alanlara kurmak zorunda
kalan işçiler için bu durum solunum yolu rahatsızlıklarına neden olmakta ve aynı zamanda mevcut
hastalıkların da iyileşmesini engellemektedir (Semerci Uyan & Erdoğan , 2017, s. 55).
Evsel atıkların toplandığı yerler ile beraberlerinde getirdikleri hayvanların yerleşim
alanlarının yakınında olması, içme suyu temininin zor ve kontrolsüz yerlerden yapılması işçilerin
ve özellikle çocukların sağlık sorunları yaşamasına neden olmaktadır. Su kanalları yakınlarına
kurulan çadır alanlarında çocuklar oynamak amacıyla kanallara girdiklerinde de çeşitli mikroplar
nedeniyle hastalanmaktadır. Sağlık sorunlarına neden olan bir diğer etken ise işçilerin yemek
yaptıkları alanların kapalı bir yerde olmaması sonucu çeşitli bakterilerin yemeklere karışmasıyla
yeni hastalıklara davetiye çıkarmaktadır (Özbekmezci & Sahil , 2004, s. 272).
2.4. Sağlık Sorunsalı
Mevsimlik tarım işçilerinin barınma ve çalışma koşulları hijyenik standartlardan oldukça
uzak ortamlarda bulunmaktadır. Genellikle alt yapısı bulunmayan ve toprak zemin üzerine kurulu
çadırlarda yaşayan işçiler evsel atık ve atık sular nedeniyle rahatsızlanmaktadır. Çalışma
ortamlarında olduğu gibi korunmasız çadırlarda da mevsimlik tarım işçileri yılan, akrep, böcek
sokmalarıyla zehirlenmelere maruz kalabilmektedir. Dahası on iki saati aşan çalışma süreleri ile
işçilerin sıcakta çalışmaktan kaynaklanan sorunları da bulunmaktadır. Özellikle su kaynakları ve
anayol kenarlarına kurulan yerleşim yerlerinde trafik kazaları, çocukların su kanallarına düşmesi ve
boğulması diğer tehlikelerden sayılabilmektedir. Ayrıca mevsimlik tarım işçileri tarımsal
kimyasallara doğrudan maruz kalan bir grup olması nedeniyle zehirlenmeler de yaşanmaktadır. Bu
grup içerisinde en sık rastlanan sağlık sorunları; halsizlik, yorgunluk, bel ağrısı, güneş çarpması,
ishal, solunun yolu enfeksiyonları, egzama, baş ağrısı, anksiyete, depresyon ve intihar eğilimi
olarak belirlenmiştir (MİGA, 2012, s. 10).
2.5. Eğitim Sorunsalı
Mevsimlik gezici tarım işçileri Mart-Nisan aylarında tarımsal üretimin yoğun olduğu
alanlara göç etmeye başlamakta ve Kasım ayına kadar sürekli bu şekilde yer değiştirmektedir. Bu
işi yapan mevsimlik tarım işçisi aileler akrabalarıyla birlikte göç ettikleri için; eğitimine devam
etmesi gereken çocukları bırakacak akrabalar bulunamadığından çocuklar okuldan alınarak
aileleriyle birlikte erken yaşta çalışmaya zorlanmaktadır. Bu nedenle lise ve üzeri eğitim sürecine
devam eden çocuklar mevsimlik tarım işçileri içerisinde oldukça sınırlı sayıda olmaktadır. Eğitimin
giderek maliyetli bir hal almasının yanında ailelerin ihtiyaç duyduğu işgücü gereksinimi bu
durumun diğer bir nedeni olmaktadır (Etiler & Lordoğlu, 2014, s. 115; Geçgin, 2009, s. 17).
Dolayısıyla tarım işçisi aileler için çocuklarına bakacak kimsenin olmaması çocukların
okuldan alınıp aileleriyle birlikte göç etmesini bir zorunluluk hali olarak kılmaktadır. Yaşı büyük
olup ürün çapası ya da hasadında çalışabilecek durumda olanlar tarlaya götürülmekte, yaşının
küçük olması nedeniyle çalışamayacak durumda olan çocuklar ise çamaşır, bulaşık yıkama ya da
küçük kardeşlerinin bakımı için yerleşim yeri olan çadırlarda veya barınaklarda bırakılmaktadır
(Şimşek & Koruk, 2009, s. 8).
2.6. Sosyal Güvenlik Sorunsalı
Mevsimlik gezici tarım işçileri herhangi bir iş sözleşmesine bağlı olarak çalışmadıklarından,
primlerinin işveren tarafından ödenmemesi nedeniyle sosyal güvenceden yoksun olarak çalışmakta
ve dolayısıyla hem sağlık hem de emeklilik güvencesine sahip olmamaktadır. Çalıştıkları tarla ya
da bahçede ve hatta yerleştikleri alanlarda bir ecza dolabı bulunmayan işçiler rahatsızlandıklarında
ya da yaralandıklarında kendilerince tedavi yöntemleri uygulamaktadır. Yerleşim alanlarının şehir
merkezlerine ya da hastanelere olan uzaklığı nedeniyle ulaşım zorluğu yaşayan ve sigortasızlık
nedeniyle tedavi olamayacaklarını bilen işçiler hastane ya da sağlık ocaklarına gitmemektedir
(Kalkınma Atölyesi, 2014, s. 95).
Çalışma koşulları oldukça ağır olan mevsimlik tarım işçilerinin yaptıkları iş üzerinden bir
sigortaları bulunmaması nedeniyle çalıştıkları süre içerisinde başlarına gelebilecek bir iş kazası,
meslek hastalığı ya da ölüm halinde herhangi bir destek alamamaktadır (Lordoğlu & Çınar, 2011, s.
441). Sağlık güvencesine sahip olabilmeleri için primlerinin ya bir işveren ya da kendileri
tarafından ödenmesi gereken mevsimlik tarım işçileri; aldıkları ücretlerin düşüklüğü nedeniyle
zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamamakta ve prim ödeyememektedir. Sosyal güvenlik
kurumlarının tek çatı altında toplanmasıyla değişen sosyal güvenlik sisteminde tarım işçilerinin
durumlarında önemli bir değişme olmamış yılda ortalama 3-4 ay çalışan bir işçinin yıllık
kazancının 44 günlüğünü prim olarak yatırması gerektiği göz önüne alındığında prim ödemesi
yapabilme ihtimalleri kalmamaktadır (Görücü & Akbıyık, 2010, s. 17).
2.7. Çalışma İlişkileri ile İlgili Sorunlar
İşsizlik nedeniyle yaşadıkları bölgelerden iş bulmak amacıyla ülkenin çeşitli yerlerine giden
mevsimlik tarım işçileri (Geçgin, 2009, s. 21), uzun çalışma saatleri ve çalışma koşullarının
zorluğuna rağmen verilen ücretlerin düşüklüğü ve hatta zamanında alınamayan ücretlerin yanı sıra
cinsiyete göre farklılık gösteren ücretler ve aracılar tarafından işçi ücretleri üzerinden yapılan
kesintiler mevsimlik tarım işçilerinin çalışma koşulları ile ilgili sorunlarının özeti olarak
belirtilebilmektedir (SDAM, 2016, s. 292).
Aracıların bu işi yapabilmeleri ile ilgili bir yönetmelik olması ve buna göre aracıların aracılık
belgesine sahip olması gerekliliğine rağmen belge sahibi olmayan çok sayıda aracı bulunmaktadır.
Aracıların bu işi yapmalarının karşılığı olarak işçi ücretleri üzerinden %10’luk bir kısmını işçilerin
eline geçmeden aracılar tarafından komisyon olarak aldıkları bilinen bir gerçekliktir (Kablay, 2016,
s. 293). İşçilerin, işverenden yasal olarak herhangi bir hak talep edememesi nedeniyle işveren
karşısındaki güçsüz durumları sonucu aracılara ihtiyaç duymaları sonucu aracılar; işçiler adına
çalışılacak bölgeyi belirleyerek işverenle ücret pazarlığı yapmanın yanı sıra; işçilerin yolculuğu,
yerleştikleri yerlerde yaptıkları alışverişler gibi pek çok konuda işçilerle ilgilenmektedir. Bu durum
işçilerin aracıya olan bağlılığını arttırmakla birlikte işçileri tek başına iş bulmayacak ve sorun
çözemeyecek duruma getirmektedir (Çınar, 2014, s. 93)
İşçilerin ücretler konusunda yaşadıkları tek sıkıntı ücretlerin düşüklüğü olmamakta işveren
ile bağlantıyı kuran aracılar da işçi ücretlerinden kesinti yapmakta bu nedenle işçinin eline geçen
ücret iyice erimektedir. İşçiler kış aylarında asıl ikamet yerlerinde yaptıkları harcamalar için
aracılardan borç almakta, aracılar ise çalışılan dönemde işçilerin eline geçecek olan ücretlerden
alacaklarını kesmektedir. İşçilerin, aracılarla yaşadıkları sorunları bir yana çalıştıkları dönemin
ücretlerini ödemeyen işverenlerle de sıkıntı yaşadıkları gözlemlenmektedir (Lordoğlu & Çınar,
2011, s. 436).
.
.
.
...
__________________
Berna YİĞİT-Özal ÇİÇEK-Mustafa ÖZTÜRK, Gezici Mevsimlik Tarım İşçileri ile Yerli
Mevsimlik Tarım İşçilerinin Karşılaştırmalı Analizi: Isparta İli Örneği
Ünye İİBF Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2, Aralık 2017 2
___________________
Çalışmanın tamamı burada: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/421593
Çalışmanın tamamı burada: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/421593
[Edited at 2024-01-12 15:35 GMT] ▲ Collapse | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER
|
|
Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER _-- tümü alıntı --_ | Jan 12 |
Şanlıurfalı tarım işçilerinin çocukları okumak istiyor
Haber: İHA
04.09.2017 - 11:37 | Son Güncellenme: 04.09.2017 - 12:19
Memleketlerinde iş bulamadıkları için Aksaray’a gelerek tarım ve hayvancılık sektöründe çalışan Şanlıurfalı tarım işçilerinin çocukları, yeni eğitim-öğretim yılında okula gitmek istediklerini söyledi.
Memleketlerinde iş bulamadıkları için Aksaray’a gelerek tar... See more Şanlıurfalı tarım işçilerinin çocukları okumak istiyor
Haber: İHA
04.09.2017 - 11:37 | Son Güncellenme: 04.09.2017 - 12:19
Memleketlerinde iş bulamadıkları için Aksaray’a gelerek tarım ve hayvancılık sektöründe çalışan Şanlıurfalı tarım işçilerinin çocukları, yeni eğitim-öğretim yılında okula gitmek istediklerini söyledi.
Memleketlerinde iş bulamadıkları için Aksaray’a gelerek tarım ve hayvancılık sektöründe çalışan Şanlıurfalı tarım işçileri, okul çağındaki çocuklarıyla birlikte yaz kış demeden tarlalarda hasat yapıyor. Tarlalarda kurdukları çadırlarda barınan ve tarım ve hayvancılık sektörüne ciddi şekilde katkı sağlayan Şanlıurfalı tarım işçileri, çocuklarını okutamamaktan muzdarip. Ders zilinin çalmasına sayılı günler kala hala tarlalarda aileleriyle birlikte çalışan çocuklar, okumak istediklerini söyledi. Nüfusunun yüzde 80’inin tarım ve hayvancılıktan geçimini sağladığı Aksaray’a her yıl yaklaşık 20 bin civarında Şanlıurfalı tarım işçisi geliyor. Aksaray genelinde özellikle hasat işlerinde çalışan işçiler yıl içerisinde birçok ile giderek tarlalarda çalışıp geçimlerini sağlamaya çalışıyor.
"BİZ DE OKUMAK MESLEK SAHİBİ OLMAK İSTİYORUZ"
Fasulye tarlasında çalışarak ailelerine destek olduklarını ve bu yüzden de okuyamadıklarını belirten 18 yaşındaki Fatma Yalaz, “Fasulye topluyoruz. Okumak istiyoruz ama okuyamıyoruz. İşten dolayı bırakmak zorunda kaldık okulu. Kimimiz 6’ya kadar, kimimiz 4’e kadar bıraktık. Okusaydık meslek sahibi olurduk, daha mutlu olurduk. Keşke okusaydık, bizimde böyle bir şansımız olmasını isterdik” dedi.
Ailelerinin zor durumda olduğunu belirten 17 yaşındaki Halime Yalaz, “Biz okumak istiyoruz ama okuyamıyoruz iş yüzünden. Ailelerimiz zor durumda. Onlarla beraber çalışıyoruz, onlara destek veriyoruz. Biz de okumak ve meslek sahibi olmak istiyoruz arkadaşlarımız gibi” diye konuştu.
Kendisinin okuduğunu ve arkadaşlarının da okumasını istediğini belirten 14 yaşındaki Ayşe Yalaz, “Ben şahsen okuyorum. Arkadaşlarımın da okumasını istiyorum. Onlar için üzülüyorum. Tarlalarda çalışmalarını istemiyorum. Onlar da benim gibi meslek sahibi olsun, onlarda benim gibi okusun istiyorum” ifadelerini kullandı.
"GELİRİMİZ YOK, OKUTAMIYORUZ"
Tarlalarda çalışarak geçimlerini sağlamaya çalışan Şanlıurfalı tarım işçisi Yasin Demir (55), “Gelirimiz yok, okutamıyoruz çocukları. Urfa’dan Aksaray, Cihanbeyli, Kulu, Kayseri gibi 4-5 yer geziyoruz. Buralarda pancar, kavun, fasulye, patates, soğan hasadı yapıyoruz” şeklinde konuştu.
Çocuklarıyla birlikte tarlada çalışan anne Meryem Özkurt ise “Okul yok, çalışıyoruz. Para yok ne yapalım. Ne tarlamız var ne bir şeyimiz var. Çocuklarımızı okutmuyoruz. Hep getirdik çalışmaya. 10 tane çocuk var. Memlekette iş yok güç yok. Çalışıyoruz yiyoruz. Tarla tarla geziyoruz. Çocukları hepimiz getiriyoruz, hepsi küçüktür” dedi.
"ŞANLIURFALI İŞÇİLERİMİZ OLMAZSA TARIM OLMAZ"
Aksaray’da 420 bin hektar tarım arazisi olduğunu ve şehre her yıl yaklaşık 20 bin Şanlıurfalı tarım işçisinin geldiğini belirten Ziraat Odası Başkanı Emin Koçak, “İlimiz tarım şehri. Aksaray’da yaklaşık 420 bin hektar tarım arazimiz var. Tabi tarım arazilerini işleyebilmek için işçi lazım. Bu kapsamda Şanlıurfa’dan yaklaşık 20 bin civarında işçimiz geliyor. Bu işçilerimiz bizi ciddi şekilde rahatlatıyor. Tarlada, sahada birebir gece gündüz demeden, soğuk sıcak demeden ve özellikle bu sıcak aylarda tarlada çalışıyorlar. Şu anda fasulye söküyorlar, çerezlik ayçiçeğimiz var. Daha sonra şeker pancarımız var. Buna benzer ürünlerde ciddi şekilde katkı sağlıyorlar tarıma. Tabi tarım işçilerimiz olmasa, özellikle Şanlıurfa’dan gelen işçilerimiz olmasa biz tarım şehrinde, yani Aksaray’da tarım yapmamız imkansız. Bizim işimizi ciddi şekilde kolaylaştırıyorlar” şeklinde konuştu.
Yeri: https://www.milliyet.com.tr/gundem/sanliurfali-tarim-iscilerinin-cocuklari-okumak-istiyor-2513257
//Foturaflar netten alındı///
▲ Collapse | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER
--hepisi alıntı--
SCHLECHTER ZUSTAND
:
Flächenversiegelung und intensive Landwirtschaft bedrohen Böden
Gesunde Böden sind unverzichtbar für ein funktionierendes Ökosystem und die globale Ernährungssicherheit. Ihr weltweiter Zustand lässt Experten zufolge aber zu wünschen übrig.
News 09.01.2024
Klimawandel, Flächenversiegelung und intensive Landwirtschaft machen den Böden weltweit zu schaffen. 13 Mitgliedst... See more --hepisi alıntı--
SCHLECHTER ZUSTAND
:
Flächenversiegelung und intensive Landwirtschaft bedrohen Böden
Gesunde Böden sind unverzichtbar für ein funktionierendes Ökosystem und die globale Ernährungssicherheit. Ihr weltweiter Zustand lässt Experten zufolge aber zu wünschen übrig.
News 09.01.2024
Klimawandel, Flächenversiegelung und intensive Landwirtschaft machen den Böden weltweit zu schaffen. 13 Mitgliedstaaten der EU geben mittlerweile an, von Wüstenbildung betroffen zu sein.
Böden können große Mengen Kohlenstoff speichern, sie reinigen Wasser, sind wichtiger Nährstofflieferant für Pflanzen und unerlässlich für die Ernährung der Weltbevölkerung. Damit diese wichtigen Funktionen erhalten bleiben, muss ihr Schutz Experten zufolge dringend vorangetrieben werden. Durch Flächenversiegelungen, intensive Landwirtschaft und Klimawandel seien viele Böden in einem schlechten Zustand, heißt es im »Bodenatlas«. Herausgeber sind die Heinrich-Böll-Stiftung, der Bund für Umwelt und Naturschutz Deutschland (BUND) und der TMG Think Tank for Sustainability.
Insgesamt gelten den Herausgebern zufolge allein in der Europäischen Union mehr als 60 Prozent der Böden als geschädigt. 50 bis 80 Prozent der Böden weltweit hätten ihren Humusgehalt verloren, sagte Imme Scholz, Vorständin der Heinrich-Böll-Stiftung, laut der Deutschen Presse-Agentur. Humus wird die fein zersetzte organische Substanz in Böden genannt. Er beeinflusst die Bodenqualität, stellt Nährstoffe bereit und fördert die Bodenstruktur.
Pro Hektar könnten im Boden bis zu 15 Tonnen Kleinlebewesen vorhanden sein, sagte der BUND-Vorsitzende Olaf Bandt. Die Artenvielfalt sei enorm. Besonders schädlich sei es, dass in Deutschland täglich 55 Hektar Land für Siedlungsbau oder Verkehrsflächen verloren gingen. Das entspricht etwas mehr als der Fläche der Vatikanstadt. Betroffen sind laut Bandt landwirtschaftliche Böden, Waldböden und Naturschutzböden.
Durch die Bebauung könnten Böden kein Wasser mehr aufnehmen und nicht mehr atmen, wodurch die biologische Vielfalt schwinde und die Anfälligkeit für Hochwasser und Dürren steige. Das kann laut Scholz verheerende Folgen haben, wie derzeit an der Hochwasserkatastrophe in Niedersachsen, Sachsen-Anhalt und Thüringen zu sehen sei. Zwar habe die Umwandlung von fruchtbarem Boden in Siedlungs- und Strukturfläche seit der Veröffentlichung des vorherigen »Bodenatlas« im Jahr 2015 abgenommen, sagte Jes Weigelt, stellvertretender Geschäftsführer des Think Tank. Trotzdem sei die Zahl neuversiegelter Flächen immer noch »deutlich zu hoch«.
»Böden sind lebenswichtig für die Anpassung an den Klimawandel«
Imme Scholz, Vorständin der Heinrich-Böll-Stiftung
Kritisch zu sehen ist laut »Bodenatlas« auch die Bildung von Wüsten. Davon spricht man, wenn Böden so geschädigt sind, dass sie ihre Funktionen schlechter oder gar nicht mehr erfüllen können. »13 Mitgliedstaaten der EU geben mittlerweile an, von Wüstenbildung betroffen zu sein«, sagte Scholz. Das seien nicht nur Länder im Mittelmeerraum, sondern auch Länder wie Ungarn oder Bulgarien.
Böden können Experten zufolge mehr Kohlenstoff speichern als Wälder und sind wichtiger Lebensraum für viele Tiere. Mindestens ein Viertel aller Lebewesen der Erde bewohnen Böden, wie im »Bodenatlas« erklärt wird. »Böden sind lebenswichtig für die Anpassung an den Klimawandel«, sagte Scholz. Demnach nehmen gesunde Böden mit einer ausgeglichenen Porenstruktur Wasser wie ein Schwamm auf und geben es bei Bedarf wieder ab. »Wesentlich ist, dass die Böden durch die Landwirtschaft geschont werden, damit sie diese Funktion erfüllen können.«
Als Beispiele für effektiven Bodenschutz in der Landwirtschaft nennt Bandt den Anbau von Zwischenfrüchten, den Verzicht auf Pestizide und das Pflanzen von Hecken. Sie schützten Ackerflächen vor Erosion – dem Verlust von Boden durch Wind oder Wasser – und förderten die Biodiversität. Die Herausgeber des Atlas fordern, Boden gleichrangig mit den gesetzlich verankerten Schutzgütern Wasser und Luft zu behandeln. Zudem brauche es auf europäischer Ebene ein eigenständiges Bodenschutzrecht. (dpa/kmh)
Yeri: https://www.spektrum.de/news/boeden-muessen-weltweit-besser-geschuetzt-werden/2203513
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
METEOROLOGIE
:
Antarktische Hitzewelle für die Geschichtsbücher
Im März 2022 suchte eine außergewöhnliche Hitzewelle die Antarktis heim. Teilweise lagen die Temperaturen um 40 Grad Celsius höher als üblich. Nun kennt man die Gründe.
Yazı: Daniel Lingenhöhl
12.01.2024
Lange konnten sich große Teile der Antarktis weitgehend der globalen Erwärmung entziehen. Doch inzwischen zeigen sich auch hier die Folgen.
Minus 9,4 Grad Celsius maßen die Temperatursensoren am 18. März 2022 an der italienisch-französischen Concordia-Forschungsstation in der Ostantarktis: ein absoluter Rekordwert für diesen Ort in mehr als 3200 Meter Höhe und 950 Kilometer Entfernung von der Küste. Die höchste dort zuvor gemessene Temperatur zu dieser Jahreszeit lag bei frostigen minus 27,6 Grad Celsius. Ausgelöst wurden die vergleichsweise milden Bedingungen durch ein meteorologisches Phänomen, das ein Team um Jonathan Wille von der ETH Zürich analysiert hat und im »Journal of Climate« beschreibt: Die Hitzewelle betraf ein Gebiet, das der Fläche Indiens entspricht, und sie sorgte dafür, dass stellenweise die Temperaturen sogar 30 bis 40 Celsius über den langjährigen Mittelwerten lagen.
Verursacht wurde die Anomalie durch eine komplexe Fernwirkung zwischen den Tropen und dem Südpol, an der mehrere klimatische Einzelereignisse beteiligt waren. 2022 herrschte noch La Niña im Pazifik, was dazu führte, dass im Bereich der indonesischen Inseln stark erwärmte, feuchte Luftmassen aufstiegen. Gleichzeitig bildeten sich vor der südafrikanischen Küste im Indischen Ozean starke Tiefdruckgebiete, die sich ostwärts bewegten. Daraus entwickelten sich insgesamt zwölf tropische Stürme im Februar und März 2022, von denen fünf sogar noch zu Wirbelstürmen heranwuchsen, obwohl es bereits sehr spät für die damalige Saison war.
Hitze und Feuchtigkeit mehrerer Sturmgebilde vermengten sich und wurden vom zu der Zeit stark mäandrierenden Jetstream über der Südhalbkugel aufgenommen und rasch über eine große Distanz in Richtung Antarktis transportiert. Parallel dazu hatte sich südlich von Australien ein intensives, so genanntes blockierendes Hoch etabliert: Es verhinderte, dass sich die Luftmassen mit der Westwinddrift weiter in Richtung Südamerika bewegen konnten. Stattdessen entstand ein intensiver atmosphärischer Fluss, der die feuchtwarme Luft bis tief hinein in die Antarktis trieb: Noch nie zuvor hatten Wissenschaftler einen derartig starken Zustrom an ursprünglich tropischen Luftmassen bis in die zentralen Bereiche der Antarktis beobachtet.
Das Ereignis sorgte dafür, dass das Conger-Eisschelf am 15. März 2022 endgültig zerfiel: Es bestand zu diesem Zeitpunkt nur noch aus einem 50 Kilometer langen und 20 Kilometer breiten Eisstreifen, nachdem es bereits seit den 1970er Jahren zunehmend in einzelne Eisberge zerbrach. Sonst hielten sich die Folgen für die Antarktis allerdings in Grenzen, wie die an der Studie beteiligte Wissenschaftlerin Dana Bergstrom von der University of Wollongong auf »The Conversation« schreibt – dank der Jahreszeit mit zunehmend längeren Nächten und sinkenden Temperaturen.
Während es an der Küste noch regnete und Eis schmolz, fielen die intensiven Niederschläge weiter landeinwärts als Schnee, der sich auf dem Eisschild ablagerte. Insgesamt, so kalkulierte das Team, überwog diese Menge an Schnee den Eisverlust durch Schmelze während des gesamten vorherigen Jahres. Es müsse aber nicht immer so glimpflich ablaufen, sagt Bergstrom: Im Sommer hätten die Folgen für die Gletscher und Eisschelfe deutlich schlimmer sein können.
Bislang galten derartige Extremwetter in der Antarktis als Jahrhundertereignisse. Die Arbeitsgruppe kalkulierte jedoch anhand von Modellen, dass diese mit fortschreitender Erderwärmung häufiger werden dürften. Nach den Beobachtungen vom März 2022 können sie zum Zerfall von Schelfeis beitragen. Dieses stabilisiert allerdings die dahinter liegenden Gletscher, die ohne ihre Barrieren schneller ins Meer strömen und dort Eis verlieren – was die Meeresspiegel steigen lässt. Ein Albtraumszenario für Bergstrom wäre es denn auch, wenn ein derartig massiver Warmlufteinbruch im Sommer auf das Schelfeis vor dem Thwaites-Gletscher treffen würde: Wegen seiner gewaltigen Eismassen und ihren Folgen für die globalen Pegel heißt er nicht umsonst auch »Doomsday Glacier«.
Yeri: https://www.spektrum.de/news/meteorologie-antarktische-hitzewelle-fuer-die-geschichtsbuecher/2203702
*Daniel Lingenhöhl
ist Chefredakteur von Spektrum der Wissenschaft.
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Nozick’in Deneyim Makinesi: Size Sonsuz Mutluluk Vaat Eden Bir Simülasyonda Yaşamak İster misiniz?
Yazı: Sibel Çağlar
13 Ocak 2024 - Son güncelleme: 13/01/2024
Sosyal medyada belli bir zaman harcıyorsanız size belli fenomenleri hayatı mükemmel gibi gözükecektir. Ancak bu kişiler mükemmel bir hayata sahipmiş gibi gözükseler bile gerçek şu ki kimsenin hayatı mükemmel değildir ve onların da kendince bazı sorunları vardır. Peki ya yeni bir teknoloji aracılığıyla mükemmel bir hayat yaratabilseydik? Robert Nozick’in ‘Deneyim Makinesi’ düşünce deneyi ile bunu kurgulamıştı.
Bir kişi, gerçek dünyadaki deneyimleri yerine daha hoşnut edici sanal deneyimlere sahip olacağı bir “Deneyim Makinesi”ne bağlanma seçeneğiyle karşı karşıyadır. Bu makine, kişinin beynine doğrudan sinyaller göndererek, ona gerçekmiş gibi hissettiren bir sanal gerçeklik yaratır. Bu sanal dünya, bireyin en hoşnut edici deneyimleri ve arzularını içerecek şekilde programlanmıştır.
Yıl 2045 olsun. Eksantrik bir milyarder, dünyaya inanılmaz yeni bir buluşunu açıklıyor. Bu buluşu “deneyim makinesi” adını verdiği, gerçek hayattan ayırt edilemeyecek kadar gelişmiş, bir sanal gerçeklik cihazı. Bir düğmeye bastığınızda makine size her türlü keyif alacağınız deneyimi yaşatma kapasitesine sahip. İsterseniz kendinizi Everest’e tırmanırken bulabilirsiniz ya da belki de Bahamalar ’da plajda uzanıyor olursunuz. Bu deneyim makinesine bağlandığınızda, harika bir şiir yazma, dünya barışını sağlama, birini sevme ve karşılığında sevilme deneyimini de yaşayabilirsiniz.
Hayaliniz ne ise bir tuşa basarak bunu deneyimleme şansınız var. Üstelik bunu gerçek bir deneyim olarak algılayacaksınız. Gerçekten korkunç bir hayat yaşamak yerine sadece mükemmel bir hayatı (simülasyonda) deneyimlemeyi tercih etmek daha mantıklı olmaz mı? Hayatının geri kalanında bunu yapmayı mı seçer miydiniz?
Hangi hapı seçmeyi tercih ederdiniz?
1999 yapımı Matrix filminde, karakter Neo (Keanu Reeves) bir simülasyon içinde yaşamakta olduğunu keşfeder. Filmde, Neo’ya bir teklif yapılır. Kırmızı hapı alıp simülasyon dışında nelerin olduğunu keşfetmek veya mavi hapı alıp gerçekliğin neye benzediğini asla keşfetmese de mevcut halinden memnun kalmak. Siz hangi seçeneği tercih ederdiniz? Bu durumda biri nasıl karar vermelidir?
Robert Nozick’in Deneyim Makinesi Düşünce Deneyi Nedir?
Deneyim Makinesi, Robert Nozick’in gerçekliğe bağlı olmanın önemine dair ileri sürdüğü bir düşünce deneyidir. Bu düşünce deneyinin hayatın anlamıyla ilgili teorilerle bağlantısı vardır. Öznelci teoriler deneyimlerin her şey olduğunu savunurlar. Örneğin Epikür gibi hedonistler hazzın hayatımızdaki tek değerli şey olduğunu ileri sürer.
Bu durumda bir şey haz sağlamıyorsa bu mutluluk ve esenliğimize de katkıda bulunmaz ve bu yüzden de pek değerli değildir. Aksine, bir şey haz sunuyorsa, bu esenliğimize ve değerimize katkıda bulunacaktır. Üstelik bu hazzın gerçek olup olmaması önemli değildir.
//Epikür, bizi neyin mutlu ettiğine ve kendimizi en mutlu etmek için nasıl çalışabileceğimize odaklanan Helenistik bir filozoftu.///
Ayrıca fizik, epistemoloji, toplum sözleşmesi ve din gibi konuları kapsayan kapsamlı bir felsefesi vardır.
Öte yandan Nesnelciler, hayatın anlamının anlamlı şeyler yaparak kazanılabildiğini savunurlar. Nozick net olarak Nesnelciler tarafındadır. Kendisi Deneyim Makinesi’nin hedonizme karşı bir argüman sağladığını ileri sürer. Nozick’in vardığı sonuç, sahte olduğu sürece çok az insanın sürekli zevkle dolu bir hayat yaşamayı seçeceğiydi. Sanal gerçekliğin avantajları ne olursa olsun çoğumuz gerçekliği seçeriz ve bunun için de bazı nedenlerimiz vardır.
Robert Nozick “Anarchy, State, and Utopia” adlı kitabı ile ünlüdür. Kendisi deneyimler ile ilgili düşüncesini bir çok kitabında dile getirir. Ancak bu kitabında Nozick, Sokrates’in yaşamaya değer hayatı ortaya çıkarma arayışını zekice yeniler.
Neden İnsanlar Deneyim Makinesine Bağlanmayı Tercih Etmeyecektir?
Nozick deneyim makinesine bağlanma tercihine karşı birkaç gerekçe ileri sürer. Ona göre pilotlar uçakta uçmak ister, simülasyonda oturmak ve uçuyormuş gibi hissetmek onları mutlu etmez. Yaşamak, Nozick’e göre bir makinenin bizim için yapabileceği bir şey değildir. Biz insanlar doğamız gereği yaşamış gibi yapmak değil gerçekten de yaşamak isteriz. Pek çok insan, gerçek deneyimlere sahip olmaya veya bir şeyleri yapmayı hayal etmektense yapan bir kişi olmaya değer verir. Bir makineye bağlı olmak, deneyimimizi insan yapımı gerçeklikle sınırlandırır ve bizi onun dışındaki her şeyden uzaklaştırır.
//Robert Nozick (16 Kasım 1938 – 23 Ocak 2002). Amerikalı bir filozof ve siyaset teorisyeni olarak tanınan bir düşünürdür. Nozick, özellikle siyaset felsefesi ve epistemoloji alanlarında yaptığı katkılarla bilinmektedir. Ancak kitaplarında pek çok farklı fikri bir arada da bulmanız mümkündür.///
Gerçek şu ki hakikat önemlidir. Sanal gerçeklikteki bir erkek arkadaş veya kız arkadaş hâlâ bir çoğumuza gerçek olandan daha az önemli görünmektedir. Batan güneşin üzerinde karla kaplı dağlara karşı uçan kuşları izlemeyi, onun videosunu izlemeye tercih ediyoruz. Kaybettiğimiz bir sevdiğimizin sanal versiyonunun yeniden üretilmesi, acıyı veya kayıp duygusunu ortadan kaldırmıyor.
Bunların hepsi doğru ama Nozick’in bunu yaklaşık elli yıl önce yazdığını unutmayın. İnternette yetişen günümüz gençlerinin Nozick’in vurguladığı noktaları anlayıp anlayamayacakları ile konu biraz daha düşündürücü. Sanal gerçekliğin temel dayanak noktası haline gelmesi ve nesiller boyu insanların sanal ortamlarda saatler geçirmesi göz önüne alındığında, bunun her zaman böyle olacağını söylemek mümkün müdür?
Sanal Gerçeklik Gerçeğin Yerini Alacak mı?
Yaşamınızın sonuna kadar bir makineye bağlı ama mutluluk verici deneyimler yaşayarak kalmak ister misiniz? Pek çok insan, gerçek deneyimlere sahip olmaya veya bir şeyleri yapmayı hayal etmektense yapan bir kişi olmaya değer verir. Ancak yalnızca hazzı arayan ve onu çok pasif bir şekilde sunmanın yollarını bulan bir kültür gelişebilir mi?
Nozick’in orijinal deneyim makinesi 1970’lerde hayal edildi, ancak teknoloji ancak şimdilerde onun fikrini potansiyel bir gerçekliğe dönüştürüyor. Nozick’in öngördüğü sürükleyicilik seviyesine ulaşana kadar hâlâ gidecek yolumuz var. Ancak bu yol çok da uzakta değil.
Sonucunda oyun oynamak veya VR daha heyecan verici hale geldiğinde insanlar gerçek dünyayla ilgilenir mi? Basit bir zevkle dolu bir hayat yaşamak bu kadar kolayken, neden enerji harcayıp, zor bir dünyada yaşamaya çabalayalım ki? Yarım asrın ardından Nozick çoğumuzun gerçekliği VR’a tercih edeceğini söylerken hâlâ haklı mı dersiniz?
Kaynaklar ve ileri okumalar
Roberts, Joseph T. F.. “Nozick’s Experience Machine: Would You Live in a Simulation?” TheCollector.com, August 2, 2023, https://www.thecollector.com/robert-nozick-experience-machine/.
Will virtual reality be the death of truth?. Yayınlanma tarihi: 24 Mart 2021. Kaynak site: Big Think. Bağlantı: Will virtual reality be the death of truth?
Hindriks, Frank & Douven, Igor. (2017). Nozick’s Experience Machine: An Empirical Study. Philosophical Psychology. 31. 10.1080/09515089.2017.1406600.
Size Bir Mesajımız Var!
Matematiksel, 2015 yılından beri yayında olan ve Türkiye’de matematiğe karşı duyulan önyargıyı azaltmak ve ilgiyi arttırmak amacıyla kurulmuş bir platformdur. Sitemizde, öncelikli olarak matematik ile ilgili yazılar yer almaktadır. Ancak bilimin bütünsel yapısı itibari ile diğer bilim dalları ile ilgili konular da ilerleyen yıllarda sitemize dahil edilmiştir. Bu sitenin tek kazancı sizlere göstermek zorunda kaldığımız reklamlardır. Yüksek okunurluk düzeyine sahip bir web sitesi barındırmak ne yazık ki günümüzde oldukça masraflıdır. Bu konuda bizi anlayacağınızı umuyoruz. Ayrıca yazımızı paylaşarak veya Patreon üzerinden ufak bir bağış yaparak da büyümemize destek olabilirsiniz. Matematik ile kalalım, bilim ile kalalım.
Yeri: https://www.matematiksel.org/nozickin-deneyim-makinesi-nedir/
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Uzaya Gidiyoruz Peki Ama Ne Almalı? Uzayda Yasak Olan 5 Şeyi Öğrenin
Yazı: Sibel Çağlar
06 Ocak 2024 - Son güncelleme: 06/01/2024
Bir zamanlar uzaya gitmek imkansız görünüyordu. Ancak şimdi yüzlerce insan Dünya atmosferini terk ederek uzaya doğru yola çıkıyor. Peki olası bir uzay yolculuğunda bavulunuzu nasıl hazırlamalısınız? Uzaya giderken yanınıza ne alabilirsiniz ya da alamazsınız? Tuz ve karabiberden basit bir kaleme kadar bazı nesnelerin neden uzayda yasak olduğunu öğrenin...
Hayaller bu biçimde olsa da elbette gerçekler bu görselden çok daha farklıdır.
Aslına bakarsanız pek çok şeyi evde bırakmalı ve elbette belirli bir süre için de olsa beslenme alışkanlıklarınızı değiştirmelisiniz. Bunun temel nedeni Dünya’nın aksine, uzayda yalnızca küçük miktarda yer çekimi olmasıdır. Bu nedenle de aşağıda okuyacaklarınız bir uzay yolculuğu için uygun değildir.
1. Uzayda Sandalyelere İzin Veriliyor mu?
Uzaydaki astronotların mobilyalar konusunda fazla endişelenmesine gerek yoktur. Sandalyeler gibi sıradan eşyalar yer çekiminin az olduğu durumlarda hiçbir amaca hizmet etmez. Bu nedenle de Uluslararası Uzay İstasyonunda (ISS) oturacak yer yoktur. Bunun da üç geçerli nedeni vardır. Öncelikle mikro yerçekiminde oturmak neredeyse imkansızdır. Ayrıca sandalyeler gibi alışık olduğumuz mobilyalar boşlukta yüzdüklerinde tehlike yaratabilirler. Son olarak da yerçekimi olmadan oturma ihtiyacı da hissetmezsiniz.
//Hava moleküllerinin ya da destekleyici yüzeylerin bulunmadığı uzay boşluğunda astronotlar yalnızca yerçekimiyle hareket eder. Bunun sonucunda da yerçekimi ivmesiyle Dünya’ya doğru düşerler.///
Astronotlar Yemek Yerken Nerede Otururlar?
Uluslararası Uzay İstasyonunda geleneksel sandalyeler bulunmasa da astronotların yine de günde en az üç öğün yemek yemesi gerekiyor. Peki bu yemekleri yerken nerede oturuyorlar? Aslına bakarsanız oturmuyorlar. Sadece kendilerini havada süzülmemek için sabitliyorlar. Bu esnada elbette özel olarak paketlenmiş yemeklerini son derece de yavaş ve dikkatli biçimde yiyiyorlar. Sonuçta kimse yemek yerken yiyeceklerin etrafta uçuşmasını istemez.
2. Uzayda Kalem ve Kurşun Kalem Kullanılmasına İzin Veriliyor mu?
Tipik bir kurşun kalem grafitten yapılır ve etrafı ahşap ile kaplıdır. Grafit yumuşak, yağlı, kâğıt üzerinde iz bırakan, gri-siyah renkli katı bir maddedir. Grafit ile ilgili sorun aynı zamanda oldukça yanıcı bir madde olmasıdır. Ayrıca kolayca kırılma ihtimali vardır. Bunun sonucunda da ortaya grafit tozları çıkacaktır. Bunların tümü, yerçekimsiz bir ortamda yani uzaydaysanız yaşamı tehdit eden tehlikeler haline gelme potansiyeli taşımaktadır.
Aslına bakarsanız kurşun kalemler bir zamanlar uzayda kullanıldı. Hatta 1965 yılında NASA astronotlar için 34 mekanik kurşun kalem siparişi vermişti. Ancak kısa süre sonra bu fikrinden vazgeçti.
//NASA astronotu Walter Cunningham, ilk mürettebatlı Apollo uçuşu sırasında Fisher Space Pen uzay kalemi ile yazıyor. Kalemler, o zamandan beri her NASA insanlı uzay uçuşu görevinde kullanılmaktadır.///
Astronotlar Uzayda Yazmak İçin Ne Kullanır?
Elbette astronotların uzaydayken rapor edecekleri çok şey var. Bunun içinde kalem kullanmaları gerekiyor. Bu nedenle her NASA uzay aracında uzaya fırlatılan, yerçekimine karşı dayanıklı bir kalem olan Fisher Space Pen adlı özel bir uzay kalemi var. Fisher’ın geliştirdiği bu kalem, tipik bir kalemden farklı olarak mürekkebin akması için için yerçekimine ihtiyaç duymaz. Bunun yerine sıkıştırılmış nitrojen bulunuyor.
3. Uzayda Ekmek Yemek Mümkün mü?
Hepimizin en çok tükettiği ürünlerden birisi olan ekmeğe uzay yolculuğu esnasında bir süre ara verilmesi gerekiyor. Sonucunda ufalanan yapısı nedeniyle ekmek, yerçekimsiz bir ortamda tüketmeye çok da uygun değil. Bu, ekmeğin kısa raf ömrüyle birleştiğinde, onu uzayda bulunmasına izin verilmeyen başka bir ürün haline getiriyor.
Astronotlar Uzayda Bunun Yerine Ne Yiyor?
Endişelenmeyin, astronotlar hâlâ fıstık ezmeli sandviç yiyebilir. Sadece ekmek yerine tortilla kullanmak zorunda kalacaklar. Diğer bir seçenek de pide veya gözleme, yani kırıntıları en aza indiren herhangi bir şey kullanmaktır.
4. Uzayda Gazlı İçecek İçmek Mümkün mü?
Eğer kolasız yapamıyorsanız, o zaman muhtemelen uzay size göre değildir. Aslında tüm gazlı içecekler uzayda yasaktır. Gazlı içeceklerde sodadaki baloncukları oluşturan gaz karbondioksittir. Sodanın soda olabilmesi için, bu kabarcıkların karbondioksiti serbest bırakmak için içeceğin tepesine yükselebilmesi gerekir. Bunun için, yani kabarcıkların daha ağır sıvıdan yükselmesi için yerçekimi kuvvetine ihtiyaç vardır.
Mikro yerçekimi nedeniyle, bu içeceklerdeki karbondioksit Dünya’da olduğu gibi ayrılıp yukarıya çıkmaz. Bu nedenle de bu içeceklerin uzayda tüketilmesi astronotlar için mide rahatsızlıkları anlamına gelir. Ayrıca, mikro yerçekimi nedeniyle bu içecekler muhtemelen uzayda yüzecek ve daha büyük bir karmaşaya neden olacaktır. Bu arada elbette boş içecek kutularının uzay aracına ekleyeceği ek kirlilikte söz konusudur.
//Kozmonot Sergei Treschev ve Astronot Peggy Whitson, ISS’de yemek yerken///
Astronotlar Uzayda Ne İçer?
Astronotlar için en iyi seçenek sudur. Süt ve alkol uzayda tüketilmesi uygun olmayan içecekler arasındadır. Birçok nedenden dolayı ISS’de içki içmek kesinlikle yasaktır. Öncelikle sarhoş bir astronotun uzayda hızla ilerleyen milyar dolarlık bir uzay istasyonunu kontrol etmesi pek iyi bir fikir değildir. Ayrıca etanol uçucu bir bileşiktir ve ISS’deki değerli ekipmanlara zarar verebilir. Bu nedenle gargara ve el dezenfektanı gibi alkol içeren ürünler de yasaktır.
Elbette çeşitli içecek karışımlarının da suya eklenerek tüketilmesi mümkündür. Uzayda tercih ettiğiniz sıcak içeceğe krema, şeker veya tatlandırıcı eklemenin de ayrı bir yolu yoktur. Bu nedenle ISS’deki her astronot, fırlatmadan önce içeceklerini nasıl sevdiklerini gıda bilimi ekibine bildirmek zorundadır. Sonrasında da yapmaları gereken lezzet tercihlerine göre hazırlanan kuru karışıma sadece su eklemektir.
5. Uzayda Tuz ve Biber Yasak mı?
//Uzay istasyonunda bir Şükran Günü yemeği///
Evet uzayda baharatlar da yasak. Mikro yer çekiminin olduğu uzayda baharatlar da tıpkı ekmek için tehlike demektir. Sonucunda baharatlar kolaylıkla küçük parçalara ayrılarak hava temizleyicileri ve filtreleri tıkayabilir ve hatta ekipmana zarar verebilir. Bu nedenle de kullanılmaları yasaklanmıştır.
Ancak elbette bu astronotların her şeyi tatsız tuzsuz yediği anlamına gelmiyor. Bunun yerine küçük sıvı baharat paketleri kullanabiliyorlar. Ancak aktarımlarına göre, sürekli güncellenen menülere ve yemek seçeneklerine rağmen, hiçbir şey iyi bir baharatlı sosun veya ekstra lezzet katabilecek herhangi bir çeşnin yerini tutamaz gibi görünüyor.
Yazının kaynağı: https://www.matematiksel.org/uzayda-yasak-olan-nesneler/
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Akıl Yürütelim Ama Nasıl? Tümdengelimli ve Tümevarımsal Akıl Yürütme Nedir?
Yazı: Sibel Çağlar
02 Ocak 2024 - Son güncelleme: 03/01/2024
Bir dedektif olduğunuzu ve belli bir suçu çözmek için Sir Arthur Conan Doyle’un kurgusal karakteri Sherlock Holmes gibi tümdengelimli akıl yürütme becerinizi kullanmak zorunda kaldığınızı düşünün. Bir dakika. Yoksa onun kullandığı beceri tümevarımlı akıl yürütme miydi? Peki ama aralarındaki fark nedir?
Tipik polis dedektifleri suçları çözmek için tümdengelimli akıl yürütmeyi kullanabilirken, diğer yandan Sherlock tümevarımsal akıl yürütme ustasıdır.
Tümdengelimli akıl yürütme ve tümevarımsal akıl yürütme, bilimsel araştırma yürütmeye yönelik iki farklı yaklaşımdır. Tümdengelimli akıl yürütmeyi kullanan bir araştırmacı, teorinin doğru olup olmadığını görmek için ampirik kanıtları toplayıp inceleyerek bir teoriyi test eder. Tümevarımsal akıl yürütmeyi kullanan bir araştırmacı, önce verileri toplar ve analiz eder, ardından bulgularını açıklamak için bir teori oluşturur.
Matematikte de gerçeklere deneyle, gözlemle değil, çoğu zaman akıl yürütmeyle ulaşılır. Bu nedenle akıl yürütmenin öğrenilmesi yalnız matematik eğitiminde değil, eğitimin her alanında vazgeçilemez bir gereksinimdir. Şimdi detaylar.
Tümdengelimli akıl yürütme nedir?
Tümdengelimsel olarak da bilinen tümdengelimli akıl yürütme, genellikle doğru olduğu varsayılan önermelere dayanarak bir sonuç çıkarmayı içerir. Eğer tüm öncüller doğruysa, o zaman sonucun da doğru olması gerektiği kabul eder. Matematiksel açıdan bunu şu şekilde düşünebilirsiniz: A=B, B=C, dolayısıyla A=C.
Birçok bilim insanı tümdengelimli akıl yürütmeyi bilimsel araştırma için altın standart olarak kabul eder. Bu yöntemi kullanarak, bir teori veya hipotez ile başlanır, ardından bu teori veya hipotezin belirli kanıtlarla desteklenip desteklenmediğini test etmek için araştırma yapılır. Ancak bu akıl yürütmeden günlük yaşamımızda sıklıkla faydalanılırız.
Tümdengelimli akıl yürütmede bir ilk öncül, ardından ikinci bir öncül ve son olarak bir çıkarım (akıl yürütme ve kanıta dayalı bir sonuç) vardır. Örnek olarak ” Çarpma işlemi toplama işleminden önce yapılmalıdır. Toplama işlemi çıkarmadan önce yapılmalıdır. Bu nedenle çarpma işlemi çıkarmadan önce yapılmalıdır. diyebiliriz. Benzer bir biçimde “Tüm örümceklerin sekiz bacağı vardır.” Tarantula bir örümcektir. Bu nedenle tarantulaların sekiz bacağı vardır.” da diyebiliriz.
Tümdengelimli akıl yürütmede sonucunda doğru çıkabilmesi için hipotezin sağlam olması gereklidir. Bu nedenle tümdengelim ile elde edilen sonuçlar öncüllerin doğru olması koşuluyla güvenilirdir.
Tümevarımsal akıl yürütme nedir?
Tümdengelimli akıl yürütme, gözlemlerle kanıtlanmış bir öncül ile başlarken, tümevarımsal akıl yürütme, belirli ve sınırlı gözlemlerden olası (ancak kesin olmayan) bir öncülü çıkarır. Tümdengelimli çıkarım genelden özele doğru giderken, tümevarımsal çıkarım özelden genele doğru gider. Tümevarımsal mantıkla yapılan bir sonucun güvenilirliği, gözlemlerin tamlığına bağlıdır.
Diyelim ki bir çanta dolusu bozuk paranız var; Torbadan üç madeni para çekiyorsunuz ve her bir madeni para bir lira geliyor. Tümevarımsal mantığı kullanarak, çantadaki tüm madeni paraların bir lira olduğunu öne sürerseniz hata yapabilirsiniz.
Doğru bir tümevarımsal akıl yürütme örneği şu biçimde olmalıdır. “Veriler: Çevremdeki insanlar hasta olduğunda ben de soğuk algınlığına yakalanma eğilimindeyim. Varsayım: Soğuk algınlığı bulaşıcı.” ya da ” Veriler: Karşılaştığım her köpek arkadaş canlısı. Varsayım: Çoğu köpek genellikle arkadaş canlısıdır.”
Karşılaştığınız her köpek arkadaş canlısıysa, çoğu köpeğin genellikle arkadaş canlısı olduğu hipotezini oluşturmak mantıklıdır. Bu, tümevarımsal akıl yürütmenin bir örneğidir.
Bilimde ne tümdengelim ne de tümevarım mutlaka birbirine üstün değildir. Bunun yerine, gözlemlere mi yoksa teoriye mi dayalı tahminlerde bulunduğumuza bağlı olarak ikisi arasında sürekli bir etkileşim vardır.
Eğitimli Tahmin: Geriçıkarım Akıl Yürütme
Tümevarımsal ve tümdengelimli akıl yürütmeden ayrılan bir başka bilimsel akıl yürütme biçimi de dışaçekim olarak da adlandırılan geriçıkarım akılı yürütmedir.( İng: Abductive reasoning). Aslında günlük yaşamımızda en sık kullandığımız akıl yürütme biçimi de budur. Mevcut sınırlı bilgiden en olası sonucu belirlemek için tümdengelimli ve tümevarımsal akıl yürütmenin belirli yönlerini birleştirir.
Bu akıl yürütme biçimi de bir dizi gözlemle başlar ve veriler için mümkün olan en olası açıklamaya doğru ilerler. Genellikle net bir açıklaması olmayan bir olguyu gözlemledikten sonra bilinçli bir tahminde bulunmayı gerektirir. Örneğin bir mağazanın önünde tasmalı bir köpek görmek, sahibinin muhtemelen kısa bir süreliğine alışveriş yaptığını ve yakında geri döneceğini anlamamıza neden olur.
Bu akıl yürütme biçiminde ilk öncül kesindir. Ancak ikinci öncül net değildir. Dolayısıyla sonuç yalnızca olasıdır. Ancak yine de bu akıl yürütme biçimi test edilecek hipotezlerin oluşturulmasında faydalıdır. Aslına bakarsanız bu akıl yürütme bilimin temelini oluşturur. Sonucunda bilim insanları, ellerinde çoğu zaman yetersiz olan bilgiler üzerinden bir çıkarım yaparak ilerler. Çünkü ilerlemek için bazı şeyleri doğru kabul etmek gerekir. Bu yöntem kullanılarak da gelişmeler yaşanır.
Yazının devamında ayrıca göz atmak isterseniz: Teori = Kanıtlanmamış Fikir midir? Teori Kavramını Anlamak Neden Bu Kadar Zor? -> https://www.matematiksel.org/teori-nedir-teori-hipotez-farki/
Yeri: https://www.matematiksel.org/tumdengelimli-ve-tumevarimsal-akil-yurutme-nedir/
[Edited at 2024-01-14 14:29 GMT] ▲ Collapse | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER TAX THE RICH !<< TAX THE RICH ! >> TAX THE RICH ! | Jan 16 |
--alıntı--
Liebe Oxfam-Freundin, lieber Oxfam-Freund,
die Bundesregierung hat es gerade nicht leicht. Es fehlt Geld, überall soll gespart werden. Inflation, Kriege und Pandemie haben Spuren hinterlassen.
Nicht nur der deutsche Staat schaut gerade in leere Kassen, auch ein Großteil der Bevölkerung bemerkt die Folgen der Krisen am Ende des Monats beim Blick aufs Konto.
Keine guten Zeiten also? Für einige wenige schon.
Die 5 reichsten Männer haben ihr Vermögen seit 2020 verdoppelt.
Gleichzeitig sind weltweit 5 Milliarden Menschen ärmer geworden.
Die Ungleichheit weltweit wächst – und das liegt auch an einer ungerechten Steuerpolitik.
Nicht nur in vielen EU-Staaten zahlen Milliardär*innen oft nur sehr wenige bis gar keine Steuern.
Deswegen fordern wir:
İmza için:::: https://aktion.oxfam.de/tax-the-rich?utm_campaign=20230116-ox-nl-aktion-davos&utm_source=nl-act&utm_medium=20230116-ox-nl-aktion-davos&utm_wec=12868&utm_term=nl-link
Auch die Reichsten müssen endlich ihren fairen Beitrag leisten! Und mit dieser Forderung sind wir nicht allein: In einem breiten internationalen Bündnis Tax The Rich wollen wir bis Oktober EU-weit eine Millionen Unterschriften sammeln. Denn dann muss die Europäische Kommission den Vorschlag prüfen! Ihre Stimme zählt also!
Mit den Mehreinnahmen könnten wir gute Bildung, Gesundheit und Klimaschutz finanzieren – und nebenbei das Haushaltsloch 2024 schließen. Denn eine solche Steuer könnte allein in Deutschland jährlich bis zu 85 Milliarden Euro einbringen!
Eine europäische Steuer auf hohe Vermögen ist die effektive und schon lange überfällige Antwort auf die vielfältigen Herausforderungen unserer Zeit, allen voran die extreme soziale Ungleichheit und die mit dieser untrennbar verbundene Klimakrise.
Vielen Dank für Ihre Unterstützung!
Herzliche Grüße
Mara Brückner
Kampagnenkoordinatorin Soziale Gerechtigkeit
PS: Unseren neuesten Ungleichheitsbericht mit allen aktuellen Zahlen unserer Studie (in Englisch) finden Sie hier. ->
Yeri: https://news.oxfam.de/ov?mailing=5OZSUXMK-G1SO4P&m2u=5P25GAFV-5OZSUXMK-18P1NIX
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
--alıntı--
Gemeinsam für ein gerechtes Steuersystem
Extreme Ungleichheit ist eines der Kernprobleme unserer Zeit, das sich in den letzten Jahren durch die Pandemie, Inflation und Kriege weiter verschärft hat:
Weltweit hat sich das Vermögen der fünf reichsten Männer seit 2020 verdoppelt, während gleichzeitig fünf Milliarden Menschen ärmer geworden sind.
In Deutschland ist das Gesamtvermögen der fünf reichsten Milliardär*innen seit 2020 um rund drei Viertel gestiegen. Gleichzeitig leben laut Paritätischem Wohlfahrtsverband über 14 Millionen Menschen in Armut.
Diese wachsenden Extreme sind ein gefährlicher Trend, der unsere Gesellschaft und Demokratie zu zerreißen droht.
Wir haben jetzt die Chance, etwas zu verändern!
Die aktuelle Ungleichheit ist kein wirtschaftliches Naturgesetz, sondern das Ergebnis politischer Entscheidungen, die wir als Bürger*innen mitgestalten können. Und genau jetzt gibt es eine konkrete Gelegenheit, die politischen Weichen neu zu stellen:
Als Teil einer europaweiten Bürger*inneninitiative fordern wir eine europäische Vermögenssteuer für Multimillionär*innen und Milliardär*innen.
Eine solche Steuer könnte allein in Deutschland jährlich bis zu 85,2 Milliarden Euro einbringen, wenn das Vermögen der 200.000 reichsten Deutschen mit einem progressiven Steuersatz von 2 bis maximal 5 Prozent besteuert würde. Davon könnten wir gute Bildung, Gesundheit und Klimaschutz zum Wohl aller finanzieren – und ganz nebenbei das Haushaltsloch 2024 schließen.
Unterzeichen Sie jetzt unsere Petition und helfen sie mit, eine gerechtere und solidarische Verteilung des Wohlstands zu verwirklichen.
Yeri: https://news.oxfam.de/ov?mailing=5OZSUXMK-G1SO4P&m2u=5P25GAFV-5OZSUXMK-18P1NIX
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
--alıntı--
INEQUALITY INC.
How corporate power divides our world and the need for a new era of public action
Tamamı burada: https://www.oxfam.de/system/files/documents/bp-inequality-inc-150124-eng.pdf
Tamamı burada: https://www.oxfam.de/system/files/documents/bp-inequality-inc-150124-eng.pdf
--------
İçindekiler
Acknowledgements 3
Foreword by Bernie Sanders, United States Senator 5
Foreword by Rokeya Rafique, Executive Director, Karmojibi Nari 6
Executive summary 7
Chapter 1: A Gilded Age of division 16
1.1 A brutal world for billions of people 18
1.2 A wonderful world for the few at the top 20
1.3 Corporate profits surge during this time of crisis 22
1.4 The link between corporate power and extreme wealth 23
Chapter 2: A new era of monopoly power 25
2.1 Monopolies fuel inequality 26
2.2 Peak monopoly power 27
2.3 Big Pharma, Big Tech, big everything 28
2.4 Monopoly money 31
2.5 Learning lessons from the past 31
2.6 From democracy to plutocracy 32
Chapter 3: How corporate power fuels inequality 33
3.1 Rewarding the wealthy, not the workers 34
3.2 Dodging taxes 38
3.3 Privatizing public services 41
3.4 Driving climate breakdown 44
Chapter 4: Towards an economy for all 47
4.1 A radical increase in equality must be humanity’s most urgent priority 48
4.2 Reining in corporate power: three practical steps 49
4.3 Room for hope 54
Endnotes 55
Interactive use
For digital users, please click on the contents page to go to the desired section. To return to the contents page, cli
---------
INEQUALITY INC.
How corporate power divides our world and the need for a new era of public action
1. ÖNSÖZ
Bernie Sanders
United States Senator
Since 2020, the richest five men in the world have doubled
their fortunes. During the same period, almost five billion
people globally have become poorer. Hardship and hunger
are a daily reality for many people worldwide. At current
rates, it will take 230 years to end poverty, but we could
have our first trillionaire in 10 years.
A huge concentration of global corporate and monopoly
power is exacerbating inequality economy-wide. Seven
out of ten of the world’s biggest corporates have
either a billionaire CEO or a billionaire as their principal
--
shareholder. Through squeezing workers, dodging tax,
privatizing the state and spurring climate breakdown,
corporations are driving inequality and acting in the
service of delivering ever-greater wealth to their rich
owners. To end extreme inequality, governments must
radically redistribute the power of billionaires and
corporations back to ordinary people.
A more equal world is possible if governments effectively
regulate and reimagine the private sector.
----
Each and every year, Oxfam does an extraordinary job in
shining a spotlight on the rapid movement toward global
oligarchy, in which just a handful of billionaires own and
control a major part of the world economy. And each year,
the movement toward global oligarchy becomes more
pronounced and more obscene.
Here is the harsh economic reality we must confront:
Never before in human history have so few owned so much.
Never before in human history has there been such income
and wealth inequality.
Never before in history have we had such huge
concentrations of ownership.
Never before in history have we seen a billionaire class
with so much political power.
And never before have we seen this unprecedented level
of greed, arrogance and irresponsibility on the part of the
ruling class.
In the United States, three people own more wealth than
the bottom half of society, while over 60% of workers
live paycheck to paycheck. Despite massive increases in
worker productivity and an explosion in technology, real
weekly wages for the average American worker are lower
today than they were 50 years ago.
But, as Oxfam points out, this is clearly not just an American
issue. It is a global issue. Since 2020, while nearly five
billion people throughout the world have been made poorer,
the five richest men on the planet have become twice as
wealthy and are now worth more than US$800 billion. More
than US$800 billion in wealth – for just five people!
---
While millions of people throughout the world live in dire
poverty, without clean drinking water, adequate healthcare,
decent housing, or education for their kids, the world’s
billionaires have increased their wealth by over US$3 trillion
in the last three years alone. That’s trillion with a ‘t’.
Billionaires become richer, the working class struggles,
and the poor live in desperation. That is the unfortunate
state of the world economy.
That is the bad news. But here is the good news. Thanks to
organizations like Oxfam, more and more people throughout
the world are making the connections between the harsh
economic reality of their lives and the destructive nature
of our uber-capitalist system which rewards greed and
profiteering above any other human value.
Workers in the United States and throughout the world
are making it clear that they are sick and tired of being
ripped off and exploited. They are no longer sitting back
and allowing large corporations to make record-breaking
profits while they fall further and further behind. They are
fighting back and many of them are winning substantial
increases in wages, benefits and working conditions.
Here is the simple truth: If we stand together in our
common humanity there are enormous opportunities in
front of us to create a better life for all.
We can guarantee healthcare as a human right to every man,
woman and child. We can combat climate change, save the
planet and create tens of millions of good-paying green
energy jobs in the process. We can use the advancements
in technology and worker productivity to improve our lives.
We can eliminate poverty and increase life expectancy.
We can do all of that and more if we are prepared to bring
low-income and working people all over the world together
to build an international movement that takes on the greed
and ideology of the billionaire class and leads us to a world
based on economic, social and environmental justice.
This report brings us closer together. I greatly appreciate
Oxfam’s leadership to combat global oligarchy and to help
create a more just world. ▄
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
2. ÖNSÖZ
Rokeya Rafique
Executive Director, Karmojibi Nari (KN)
I am proud to lead Karmojibi Nari (KN), a non-profit, nongovernment, women-headed organization in Bangladesh.
Working since 1991, we are still marching on the road to
ensure women’s rights, dignity, power and authority. Our
mission is to create a just and egalitarian society free from
exploitation, deprivation and discrimination; a society in
which women workers, women and labourers enjoy their
rights, dignity, power and authority.
We work to organize my working-class sisters working
in the garment industry; we fight for their rights, risking
death to fight for greater equality. The minimum wage for
garment workers in Bangladesh has remained unchanged
since 2019 at Tk. 8,000 per month (US$73). This is only
one-third of a living wage. Meanwhile, the cost of living
has significantly risen due to inflation, with food prices
increasing by 21% to 50% between 2022 and 2023.
Many garment workers are trapped in debt and have to
borrow money to meet basic needs like food, medicine
and transport. They work about 11 hours a day, six days a
week, rarely receiving sick pay despite this being a legal
requirement. They are often working into the night to
meet impossible production targets, sometimes having to
work all night long. Safety is a fear for all; we often hear of
women being injured at work and many are afraid of factory
fires because of blocked exits. After 47 workers died in a
fire at a garment factory in Chittagong in 2006, Karmojibi
---
Nari has been working on this issue as a founder member
of the Workers Safety Forum (SNF). Our organization was
the secretariate of the forum and has held dialogues with
the Bangladesh Garment Manufacturers Export Association
(BGMEA) and other related stakeholders and duty bearers.
We work to organize and educate working-class women
to understand their rights and to fight for them; to
understand that they are part of a huge global system. A
system that extracts wealth from their labour. A system
that seeks to exploit women in Global South countries such
as Bangladesh.
The garments they sew during long hours in the factory
are sold in rich nations, often for more money than the
garment workers are paid in a month. This money does not
go to them, but to the owners of the clothing companies,
the fashion corporations far away, and their rich male
shareholders in rich countries, some of them billionaires.
These billionaires have more money than a garment worker
could earn in a thousand lifetimes. Who could ever justify
such wealth built on the suffering of my sisters sweating
each day?
This Oxfam report has shown me more than ever how the
power of these huge corporations and their billionaire
owners grows seemingly ever stronger, and that we can
never have an equal world until we confront that power
and overcome it.
The struggles of my organization, trade unions in
Bangladesh, and the many working-class Bangladeshi
women are linked to a global struggle with activists
across the world fighting inequality and corporate power.
Together we must keep fighting, and together I believe we
will win. ▄
_________
.
.
.
...
Tamamı burada: https://www.oxfam.de/system/files/documents/bp-inequality-inc-150124-eng.pdf
Tamamı burada: https://www.oxfam.de/system/files/documents/bp-inequality-inc-150124-eng.pdf
SUMMARY LIST OF ALL THE STATISTICS IN THIS DOCUMENT -> https://www.oxfam.de/system/files/documents/mn-inequality-inc-150124-en.pdf
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
--alıntı--
Bangladesh factory fire kills at least 52 people
Officials say many victims were trapped inside the food factory near Dhaka by an illegally locked door
Associated Press
9 Temmuz 2021 - 19.05 CEST
A fire engulfed a food and drink factory in Bangladesh killing at least 52 people, many of whom were trapped inside by an illegally locked door, according to fire officials.
The blaze began on Thursday night at the five-storey Hashem Foods factory in Rupganj, just outside Dhaka, sending huge clouds of black smoke billowing into the sky. Police initially gave a toll of three dead, but on Friday afternoon discovered piles of bodies after the fire was extinguished.
So far 52 bodies have been recovered, but the factory’s top two floors are yet to be searched, said Debasish Bardhan, the deputy director of the fire service and civil defence.
He said the factory’s main exit was locked from the inside and many of those who died were trapped.
Many workers jumped from the upper floors and at least 26 suffered injuries, the United News of Bangladesh agency reported.
Information about how many people were in the factory and how many were missing was not immediately available.
“For now, we only have these details. After searching the top floors we will be able to get a complete picture,” Bardhan said.
Bangladeshi firefighters battle a fire at Tazreen garment factory in Savar
Bangladesh factory fires: fashion industry's latest crisis
Bangladesh has a history of industrial disasters, including factories catching fire with workers locked inside. Continuing corruption and lax enforcement have resulted in many deaths over the years, and big international brands, which employ tens of thousands of low-paid workers in Bangladesh, have come under pressure to improve factory conditions after fires and other disasters killed thousands of people.
The factory that caught fire on Thursday was a subsidiary of Sajeeb Group, a Bangladeshi company that produces juice under Pakistan’s Lahore-based Shezan International, said Kazi Abdur Rahman, the group’s senior general manager for export.
According to the group’s website, the company exports its products to countries including Australia, the US, Malaysia, Singapore, India, Bhutan, Nepal and nations in the Middle East and Africa.
Rahman told Associated Press by phone that the company was fully compliant with international standards, but he was not certain whether the factory exit was locked. According to Bangladesh law, a factory cannot lock its exit when workers are inside during production hours.
“We are a reputed company; we maintain rules,” he said. “What happened today is very sad. We regret it.”
As the recovery effort was carried out on Friday, victims in white body bags were piled in a fleet of ambulances as relatives cried. As the heavy smoke continued to rise from the still smouldering factory, weeping relatives of missing workers waited anxiously outside for news.
Earlier, family members clashed with police as they waited overnight without any word on the fate of their loved ones.
The government ordered an investigation into the cause of the fire.
Past industrial tragedies have often been attributed to safety lapses that still plague the south Asian country despite its rapid economic growth.
In 2012, about 117 workers died when they were trapped behind locked exits in a garment factory in Dhaka. The country’s worst industrial disaster occurred the following year, when the Rana Plaza garment factory outside Dhaka collapsed, killing more than 1,100 people.
Authorities imposed tougher safety rules after that disaster and the country’s garment industry has since become largely compliant under domestic and global watchdogs. But many other local industries fail to maintain safety compliance and the disasters have continued.
In February 2019, a blaze ripped through a 400-year-old area cramped with apartments, shops and warehouses in the oldest part of Dhaka and killed at least 67 people. Another fire in Old Dhaka in a house illegally storing chemicals killed at least 123 people in 2010.
The International Labour Organization said in a 2017 report that Bangladesh’s regulatory framework and inspections “had not been able to keep pace with the development of the industry”.
Alındığı yer: https://www.theguardian.com/world/2021/jul/09/bangladesh-factory-fire-kills-people-dhaka
[Edited at 2024-01-16 21:28 GMT] | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER
--alıntı--
1400 kişiye mezar olmuştu... Ebrar Sitesi'nin kurucusu: Yer çürüktü, deprem de beklenenden büyüktü
Haber: Ömer KOÇ/KAHRAMANMARAŞ, (DHA)
Güncelleme Tarihi: Ocak 21, 2024 15:32
Oluşturulma Tarihi: Ocak 21, 2024 14:46
Kahramanmaraş'ta 80 kişinin hayatını kaybettiği, 3 kişinin yaralandığı Ebrar Sitesi'nin N bloğuyla ilgili davanın ilk duruşması, görüldü. Ebrar Sitesi'nin kurucusu Tevfi... See more --alıntı--
1400 kişiye mezar olmuştu... Ebrar Sitesi'nin kurucusu: Yer çürüktü, deprem de beklenenden büyüktü
Haber: Ömer KOÇ/KAHRAMANMARAŞ, (DHA)
Güncelleme Tarihi: Ocak 21, 2024 15:32
Oluşturulma Tarihi: Ocak 21, 2024 14:46
Kahramanmaraş'ta 80 kişinin hayatını kaybettiği, 3 kişinin yaralandığı Ebrar Sitesi'nin N bloğuyla ilgili davanın ilk duruşması, görüldü. Ebrar Sitesi'nin kurucusu Tevfik Tepebaşı (81), savunmasında, "Yerin çürük, depremin de beklenenden büyük olmasından dolayı bina yıkılmıştır" dedi.
Kahramanmaraş merkezli depremlerinin ilk saniyelerinde yıkılıp, 1400 kişiye mezar olan Ebrar Sitesi'nde; 80 kişinin öldüğü N bloğuyla ilgili açılan ve 1'i tutuklu 5 sanığın 'bilinçli taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olma' suçundan 22,5 yıla kadar hapis istemiyle yargılandığı davanın ilk duruşması, görüldü. Kahramanmaraş 2'nci Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmada ölenlerin yakınları ile taraf avukatları mahkeme salonunda hazır bulunurken, tutuklu Ahmet Özdemir (64) ile başka dosyadan tutuklu olan Tevfik Tepebaşı, kaldıkları cezaevinden SEGBİS aracılığıyla duruşmaya katıldı. Tevfik Tepebaşı'nın damadı tutuksuz Mustafa Timurbanga duruşmaya katılmazken, başka dosyalardan tutuklu olan Atilla Öz (62) ile Tepebaşı'nın diğer damadı Ahmet Doğan (51), kaldıkları cezaevinde yaşanan teknik sorun nedeniyle duruşma salonuna bağlanamadı.
Duruşma; 80 kişinin öldüğü, 3 kişinin de yaralandığı N bloğunun fenni mesulü Ahmet Özdemir'in savunmasıyla başladı. Suçlamaları kabul etmeyen Özdemir, "Yüzde 100 eksiksiz yapılmış olsa bile 1997 yılı yönetmeliğine göre yapılmış olan bu projenin 7.6 şiddetindeki birinci derecede depreme dayanması imkansızdır. Birinci derecede depreme göre yapılan binalar, sağlam kalmıştır" dedi.
'İNŞAATTAN ANLAMAM'
Ebrar Sitesi'nin kurucusu Tevfik Tepebaşı ise binadan alınan karot numunelerinin test değerlerinin her ne kadar düşük çıkmış olsa bile depremden önce yapı kullanım izin belgesi için alınan karot numunelerinin değerlerinin yüksek çıktığını söyledi. Tepebaşı, kendisini şöyle savundu:
"Vefat edenleri Allah cennetiyle mükafatlandırsın inşallah. Bir kooperatif başkanıyım. Mustafa Timur, başka bir kooperatif başkanı, Atilla Öz başka bir kooperatif başkanı. Bunlar, benim yakınlarımdır. Herkesin kendisine ait yönettiği bir kooperatif vardır. Buradaki herkesi bütün kooperatiflerden sorumlu tutmanın yasal olmadığına inanıyorum. N Blok inşaatını oluşturan oğlum Mehmet Ali Tepebaşı'dır ve kendisi jeofizik mühendisidir. Buranın zemin etüdünü yapan da Mehmet Ali Tepebaşı'dır ve aynı zamanda Kahramanmaraş'ta zemin etüdü projesini uygulayan ilk kişidir. Projesini Ahmet Özdemir'e yaptırmıştır. Temel attıktan sonra ve 9 tablası da belediye tarafından vize edilmiştir. Tamamen denetlenmiş bir bina olduğunu biliyorum. Burası kooperatifçe yapılmıştır ama hangi kooperatif olduğunu bilmiyorum. İnşaattan anlamam, inşaatın yapımıyla ilgili uzaktan yakından ilgim olmamıştır. Burasının yıkılmasının sebebine gelince, Kahramanmaraş'ta 6.5-7 şiddetinde bir deprem beklenirken 3 katı büyüklüğünde bir deprem oluşmuştur. Yerin çürük, depremin de beklenenden büyük olmasından dolayı bina yıkılmıştır."
'SEN DE BİZİM SINANDIĞIMIZ GİBİ SINAN'
Duruşmada yakınlarını kaybedenlerden Fatma Nur Özbağış ise sanıkların cezalandırılmasını isteyerek, Tevfik Tepebaşı'na tepki göstererek, "Tevfik Tepebaşı, 'Allah'ın onları cennetine almasını istiyorum'dedi. Ben de kendisine 'Allah seni bir an önce cehenneme alsın' diyorum. Sen de bizim sınandığımız gibi sınan. Eniştem ve ağabeyim beni elleriyle o betonları kazıyarak enkazdan 12 saat sonra çıkardı. Karotlar tam söylenildiği gibidir, parmaklarıyla çıkardılar, betonlar birbirini tutmuyordu çünkü topraktı" dedi.
'İMARA AÇANLAR DA YARGILANSIN'
Tarafların avukatları ise dosyalarda sadece müteahhitlerin sanık olarak yer aldığını ancak binalara izin veren ve denetleyen kamu görevlilerin olmadığını söyledi. Tevfik Tepebaşı'nın avukatı Emrullah Kurar, bilirkişi raporlarında kusurlu bulunan belediye görevlilerinin isimlerini dahi bilmediklerini belirterek, "Bu kadar insanımızın vefat etmiş olduğu bir yerde buralara yoğunluğu veren, imara açan, buralara 4 kat, 8 kat veren sorumlular, burada yok. Sorumlular burada olmadan, buralara kat yoğunluğu verenlerin buraya gelip de 'Burayı bu müteahhide şu şekilde kat yapması karşılığında verdik. Buraya 4 kat, yukarıya ise 10 kat verdik. Bunu da görevimiz dahilinde şu bilimsel verilerle yaptık' diye savunma yaparak mahkemeye izah edip, ilgili belediye başkanlığının kayıtlarının dosyalara geçirilmesi gerekiyor" diye konuştu.
'YAPANLAR KADAR İZİN VERENLER DE KUSURLU'
Ölenlerin yakınlarının avukatlarından Ömer Furkan Demir de olayın başlangıcının bölgeye imar izni verilmesiyle başladığını vurgulayarak, "O dönem zemin etütlerini yapan ya da yapılmadan bu izni veren dönemim belediye başkanı, başkan yardımcıları, kimlerin imzası varsa onların da dosyaya sanık olarak eklenmesi gerekmektedir. Dirisi dokunulmaz olan siyasetçinin ölüsü de dokunulmaz değildir. 80-90 yılında imara açılan bir alan var. Tüm Maraş halkının dere bölgesi olduğunu, marul yetiştirildiğini söylediği bir sulak alandan bahsediyoruz. Yapanlar ne kadar kusurluysa izni verenlerin de o kadar kusurlu olduğunu düşünüyoruz" diye konuştu.
Duruşma sonunda mahkeme heyeti, tutuksuz sanıklardan Mustafa Timurbanga hakkında yakalama kararı çıkartılmasına karar verip, duruşmayı erteledi.
Yeri: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/1400-kisiye-mezar-olmustu-ebrar-sitesinin-kurucusu-yer-curuktu-deprem-de-beklenenden-buyuktu-42394095
KAHRAMANMARAŞ, EBRAR SİTESİ
▲ Collapse | |
|
|
Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER
--alıntı-- --foturaflar sağdan soldan alıntı--
Antalya'da sahile vuran cesetlerin sırrı çözüldü... Yoksa insanlık mı battı
Haber. Salim UZUN
Oluşturulma Tarihi: Ocak 23, 2024 07:00
Antalya 17 Ocak’tan beri parçalanmış bedenlerin esrarıyla çalkalanıyor. En lüks otellerin olduğu sahile vuran cesetlerin sayısı dün sekize çıktı. Kıyafetler ve ayakkabılardan, ölenlerin umuda yolcul... See more --alıntı-- --foturaflar sağdan soldan alıntı--
Antalya'da sahile vuran cesetlerin sırrı çözüldü... Yoksa insanlık mı battı
Haber. Salim UZUN
Oluşturulma Tarihi: Ocak 23, 2024 07:00
Antalya 17 Ocak’tan beri parçalanmış bedenlerin esrarıyla çalkalanıyor. En lüks otellerin olduğu sahile vuran cesetlerin sayısı dün sekize çıktı. Kıyafetler ve ayakkabılardan, ölenlerin umuda yolculukta boğulan mülteciler olduğu sanılıyor. Valilik açıklamasına göre 11 Aralık’ta Lübnan Suriye arasında 90 kişiyi taşıyan bir mülteci teknesiyle bağlantı kesildi. Son bir haftada görülen fırtına ve dalga, sessizce ölüp giden bu insanların trajedilerini Antalya kıyılarına sürükledi.
Turizmin başkenti Antalya, 17 Ocak Çarşamba sabahı jandarma ve polise yapılan başsız ceset ihbarıyla adeta bir korku filminin sahnesi haline geldi. Manavgat ilçesi Çenger Mahallesi’nde sahile vuran cesedin kime ait olduğunun bulunması için hummalı bir çalışma başlatıldı. 20 Ocak’ta ise bu sefer yaklaşık 40 kilometre uzaklıktaki Denizkent Mahallesi’nde yine cinsiyeti belirlenemeyen yeni bir ceset sahile vurdu.
KAYIP MERVE ŞÜPHESİ
Jandarma ve Sahil Güvenlik kırmızı alarma geçerken, Serik, Manavgat ve Alanya sahillerini kapsayan 73 kilometrelik mesafede dört günde beş ceset ortaya çıktı. Yeni cesetlerin sahile vurmasının ardından arama faaliyetlerine hız verilirken, altıncı ceset Serik ilçesinin Kadriye Mahallesi sahilde bulundu. Yetkililer, bu cesedin 14 gün önce kaybolan üniversite öğrencisi Merve Şevval Elmas’a (18) ait olma ihtimali üzerine, ailesinden DNA örneği aldı.
OTEL ÇALIŞANLARI BULDU
Serik ilçesi Kadriye Mahallesi’nde bir otelin sahilinde dün de iki ceset daha bulundu. Otel çalışanlarının ihbarıyla olay yerine polis ekipleri sevk edildi, savcı incelemesinin ardından cesetler Antalya Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. Sahile vuran ceset sayısının 8’e yükselmesiyle tüm Antalya, korku filmi senaryosuna dönen bu olayı konuşmaya başladı.
KIYAFETLER SURİYE’DEN
Sosyal medyada farklı senaryolar gündeme getirilirken, Antalya Valiliği, kıyıya vuran cansız bedenlerden birinin bir süre önce kaybolan Merve Şevval Elmas’a ait olduğunun değerlendirildiğini, diğerlerine ait ayakkabı ve kıyafetlerin üretim yerinin ise Suriye olduğunun belirlendiğini açıkladı.
90 KİŞİLİK TEKNE KAYIP
Valilik yetkilileri, Lübnan’ın Ankara Büyükelçiliği tarafından 11 Aralık 2023 tarihinde Lübnan ile Suriye arasındaki sahil bölgesinden yaklaşık 90 kişiyi taşıyan bir teknenin Kıbrıs’a doğru hareket ettiğini, saatler sonra tekneyle bağlantının kesildiğini ve teknenin kaybolduğunu vurguladı. Açıklamada “Son bir haftalık meteorolojik kayıtlar incelendiğinde, hâkim rüzgârın güney ve dalganın güney doğu yönünden geldiği tespit edilmiş olup, muhtemel teknenin batması sonucunda bahse konu cansız bedenlerin akıntı, rüzgâr ve dalga sebebiyle ilimizin kıyı hatlarına sürüklenebileceği ihtimali değerlendirilmektedir” dedi.
VALİ: BÜYÜK BİR TRAJEDİ
Antalya Valisi Hulusi Şahin, Hürriyet’e “Adli Tıp Kurumu’ndan kesin sonuç gelmedi ancak cesetlerin 7’isinden çıkan ayakkabı ve kıyafetlerin üretim yerinin Suriye olduğu tespit edildi. Yani ortada büyük bir trajedi var. Başka ülke ve illerimizde de bazı cesetlerin kıyıya vurduğu bilgisini aldık” dedi.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’da X hesabından yaptığı açıklamada cesetlerden birinin Merve Şevval Elmas’a ait olduğunun değerlendirildiğini, diğer cesetlerin Akdeniz’de batan 90 kişilik göçmen teknesindeki kişiler, Muğla’da bulunan 1 kişinin de 6 Ocak’ta Kurtoğlu Burnu açıklarında kaybolan 3 düzensiz göçmenden biri olabileceğinin değerlendirildiğini kaydetti. Manavgat Belediye Başkanı Şükrü Sözen de “Bizim de aldığımız bilgi bu cesetlerin göçmenlere ait olduğu” dedi.
ULUSLARARASI ARAŞTIRMA
HÜRRİYET’in edindiği bilgiye göre hem İçişleri hem de Dışişleri Bakanlığı yetkilileri kapsamlı bir çalışma yürütüyor. Adli Tıp Kurumu’ndan gelecek sonuçların ardından Suriye, Lübnan ve Kıbrıs’la da bilgi paylaşımı yapılacak.
MUHTARLAR ANLATTI: KORKU FİLMİ GİBİYDİ
Çenger Mahallesi Muhtarı Nevzat Gündüz: İlk cesetler bizim sahile vurdu. Denizkent Mahallesi Muhtarı Abdurrahman Erdoğan: Sahile vuran cesetlerde vücut bütünlüğü yoktu. Sadece kemiklerden insan olduğu anlaşılıyordu. Ben de gördüm. Gerçekten korku filmi gibiydi.
MAALESEF CİĞERPAREM
Antalya’da 4 Ocak’tan beri kayıp olan Merve Şevval Elmas’ın babası Osman Elmas verdiği DNA sonucuna göre bulunan cesedin kızına ait olduğunu belirtti. DNA eşleşmesi haberiyle yıkılan baba Osman Elmas, “Maalesef ciğerparem hakkın rahmetine kavuştu. İşlemleri yetişirse götüreceğiz” dedi. Merve’nin cenazesinin İstanbul’da defnedileceği öğrenildi.
BİR DE MUĞLA SAHİLİNDE...
Muğla’nın Köyceğiz ilçesindeki sahilde tek kolu olmayan kadın cesedi bulundu. Ekincik koyunda dün saat 02.00 sıralarında balık avlayan kişi, karaya vurmuş kadın cesediyle karşılaştı. 112 Acil Çağrı Merkezi’ne yapılan ihbarın ardından bölgeye Sahil Güvenlik ve jandarma ekipleri sevk edildi. Dalgıçların sudan çıkardığı, tek kolu olmadığı belirlenen kadın cesedi, otopsi yapılmak üzere Muğla Adli Tıp Kurumu Morgu’na kaldırıldı. Bir kaçak göçmene ait olduğu tahmin edilen cesedin kimliğinin belirlenmesi için çalışma başlatıldı.
KKTC’DE DE SON 9 GÜNDE 2 CANSIZ BEDEN
Antalya sahillerine peşpeşe cesetlerin vurması ve Kıbrıs’a doğru yola çıkan mülteci teknesinin batmış olabileceği tahminleri, dikkatleri KKTC sahillerine çevirdi. Polis raporlarına göre, KKTC sahillerinde son dokuz günde iki ceset tespit edildi. Batan mülteci teknelerinden olduğu tahmin edilen cesetler, KKTC kıyılarında uzun yıllardır rastlanan bir olay. Çoğu Lübnan ve Suriye, bir kısmı da Türkiye sahillerinden yola çıkan mülteci teknelerinin Kıbrıs’taki hedefi AB üyesi Kıbrıs Rum yönetimi toprakları oluyor. KKTC’de en son geçen cuma günü tamamen çürümüş bir kadın cesedi bulundu. Cesedin Kapraz yarımadasının güney sahillerinde tespit edilmesi, Kıbrıs adasının kuzeyinde kalan Antalya’daki cesetlerle bağlantısını zayıflatıyor. Bir önceki ceset ise 14 Ocak’ta Antalya ve Mersin sahillerine bakan kuzey sahillerinde bulundu. Karpaz Yarımadası Yeşilköy bölgesinde tespit edilen cesedin bir erkeğe ait olduğu belirtildi.
Haberin yeri: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/yoksa-insanlik-mi-batti-42394782
▲ Collapse | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER
--hepisi alıntı--
Kim Ung Yong: NASA İçin Çalışan 8 Yaşındaki Dahi Çocuğun Hayatı Başarısızlık Örneği Sayılır mı?
Yazı: Sibel Çağlar
08/07/2023 - Son güncelleme: 19/12/2023
Dünyanın en zeki insan olsaydınız ne yapardınız? Belki dünyanın en iyi bilim insanı olurdunuz. Belki de zekanızı borsada milyonlarca dolar kazanmak için kullanırdınız. Ya da belki de harika bir roman yazar y... See more --hepisi alıntı--
Kim Ung Yong: NASA İçin Çalışan 8 Yaşındaki Dahi Çocuğun Hayatı Başarısızlık Örneği Sayılır mı?
Yazı: Sibel Çağlar
08/07/2023 - Son güncelleme: 19/12/2023
Dünyanın en zeki insan olsaydınız ne yapardınız? Belki dünyanın en iyi bilim insanı olurdunuz. Belki de zekanızı borsada milyonlarca dolar kazanmak için kullanırdınız. Ya da belki de harika bir roman yazar ya da kanser için bir çare bulurdunuz. Dünyanın en zeki insanı olduğunuzda yapabileceğiniz çok şey var, gibi gözüküyor. Ancak Kim Ung Yong aynı fikirde değildi.
Dünyanın en zeki insanlarından biri olan Kim Ung Yong kimilerine göre, başarısız bir dâhidir. Kimilerine göre de ilham verici ve yaşantısından ders alınası bir karakterdir. Kararı siz vereceksiniz. Ancak öncelikle onun hikayesinin detaylarını bilmelisiniz.
Kim Ung Yong Kimdir?
8 Mart 1962’de Güney Kore’nin başkenti Seul’de doğan Kim, fizik profesörü bir baba ile Seul Ulusal Üniversitesi’nde öğretmenlik yapan bir annenin oğluydu. Entelektüel yetenekleri erken yaşlardan itibaren belliydi. Henüz 6 aylıkken konuşmaya başladı. Ancak, hiç kimse zekasının nasıl gelişeceğini hayal edemezdi.
Kim bir yaşında iken hem Kore alfabesinde hem de 1.000’den fazla Çince karakterde ustalaştı. Üç yaşında karmaşık matematik problemlerini çözüyordu. Ayrıca – ailesinin yardımıyla – hem İngilizce hem de Almanca olarak 247 sayfalık bir deneme, kaligrafi ve illüstrasyon kitabı yayınladı!
Ailesi hiç vakit kaybetmedi ve Kim’i henüz 4 yaşında bir üniversiteye gönderdi. Bunun için haber manşetlerine ulaştı ve birçok televizyona konuk oldu. Bu süreçte Kim yedi yaşındaki çocuklar için tasarlanmış bir IQ testinde 210 puan alarak profesyonelleri hayrete düşürecekti. Bu etkileyici başarı, Guinness Rekorlar Kitabına geçti. Kendisi resmen dünyanın en yüksek IQ’suna sahipti. (Rekoru kısa bir süre sonra Marilyn vos Savant alacaktı) .
Beş yaşına geldiğinde Korece, Fransızca, Almanca, İngilizce ve Japonca’da uzmanlaşmıştı. Kim’in istisnai yeteneklerinin hayatının ve hatta belki de insanlığın akışını sonsuza dek değiştireceği açıktı. Koreli bu deha kısa sürede popüler bir figür haline gelecekti.
Matematiksel yeteneklerini beş yaşında Japon televizyonunda gösterdiğinde itibarı artmaya devam etti. Japonya’da Fuji TV’de Kim Ung Yong, karmaşık diferansiyel ve integral problemlerini çözerken, izleyiciler hayretle onu takip ediyorlardı. Kısa süre sonra Kim’in zeka gösterileri, dünyanın en ünlü kuruluşlarından birinin bile dikkatini çekecekti.
Kim Ung Yong Sekiz Yaşında NASA Araştırmacısı Olacaktı
Kim Ung Yong’un olağanüstü zekasını fark eden uzay ajansı NASA onu yetiştirmek için kendi bünyesine dahil etti. Geleceği garanti altına alınmış gibi gözüken Kim yaklaşık on yıl boyunca NASA için çalıştı. Bu süre zarfında, olağanüstü hafızası ve karmaşık matematik problemlerini çözme yeteneği ile meslektaşlarını şaşırtmaya devam etti.
Ancak NASA’da genç yaşta işe girmek kulağa etkileyici gibi gelse de süreç pek de bu biçimde işlemiyordu. Gün içerisinde uyuyor, yemek yiyor, denklem çözüyor ve hayatını tamamen bu rutinde devam ettiriyordu. Kendini yalnız ve izole hissediyordu. Birlikte çalıştığı, kendisinden yaşça büyük ve onunla sosyalleşemeyecek kadar meşgul olan yetişkinler dışında hiç arkadaşı yoktu.
Ergenlik çağında bile olmamasına rağmen inanılmaz derecede sıkı çalışmış ve organizasyona çok değerli katkılar sağlamıştı. Ama sonunda, yaptığı işle ilgili hayal kırıklığı hissetmeye başlayacaktı. Kim, kendisinin kullanıldığını ve üstlerinin sıkı çalışması ve fikirleri için itibar kazandığını fark edecekti.
Takdir edilmediğini, değer verilmediğini ve mutsuz olduğunu hisseden Kim, 1978’de Güney Kore’ye dönmeye ve okulunu bitirmeye karar verdi. Zorunlu tüm çalışmalarını tamamladı ve lise denklik derecesini sadece iki yılda aldı. Sonrasında inşaat mühendisliği okumak için yerel bir üniversiteye kaydoldu. Doktorasını tamamladıktan sonra Kim Ung-Yong, Chungbuk Development adlı bir Kore şirketinde orta düzey yönetici olarak bir pozisyon elde etti.
Kim Ung Yong’un Hayatı “Başarısız Bir Dahi” Örneği midir?
Kim’in NASA’dan ayrılması bir çok kişi tarafından yeteneklerinin boşa gitmesi olarak kabul edilmektedir. Daha önceki tüm başarılarına rağmen, onun hayatının geri kalanı bu tür eleştirilerle geçmiştir. Ancak yine de kendisi hayatından oldukça mutlu gözüküyor.
/Kim Ung Yong öğretmenlik görevine devam ediyor.//
2007 yılında Chungbuk Ulusal Üniversitesi’nde yardımcı öğretim üyesi olarak çalıştı. 2014 yılında, profesör olma hayalini gerçekleştirdi. Sonunda Chungbuk Development’tan ayrıldı. 51 yaşında Shinhan Üniversitesi kadrosuna dahil oldu. Görevine başladıktan sonra Kim’in medya kuruluşlarına inanılmaz derecede heyecanlı ve mutlu olduğunu dile getirecekti.
Görünüşe göre Kim Ung-Yong erken yaşlardan itibaren dünya rekorları, yüksek IQ ve çocukluğunun ‘başarısı’ yerine mutluluğa öncelik vermeye karar vermişti. Kim Ung-Yong’un mirası, zafer, başarı veya zenginlik yerine huzurlu ve mutlu bir yaşamı seçmesidir. Kendisi durumu şu cümleler ile özetleyecekti.
“İnsanlar her zaman sıradan mutluluklarını ihmal ederek özel biri olmaya çalışırlar. Ama mutluluğun, arkadaşlıkları beslemek, okuldaki arkadaşlarla unutulmaz anları paylaşmak gibi sıradan şeyler olduğunu bilmeliler.
Başarılı bir insan olmak ya da sözde ‘dahi’ olmak ve toplumumuz tarafından kabul görmek için gereksiz şeyler yapıyoruz. Oysa ki arkadaş edinmek, yeni bir şey denemek ve hatta bir şeyde başarısız olmak zaten anlamlı bir hayat dersidir. Ne yazık ki, insanlar süreçten geçme deneyimlerine değil, yalnızca sonuçlara odaklanırlar.”
Sonuç olarak;
Şu an dünyanın en zeki insanı olarak bilinen Marilyn vos Savant da hayatını büyük ölçüde medyanın göz kamaştırıcı ışıklarının dışında yaşadı. Hiçbir zaman IQ puanının onu diğerlerinden daha zeki yaptığını iddia etmedi. En sık kullanılan IQ testlerinden biri olan Stanford-Binet testinde aldığı 228 puan onun 1986 yılında “dünyadaki en yüksek IQ’ya sahip insan” olarak Guinness Rekorlar Kitabına girmesine neden olacaktı.
Günümüzde Marilyn, Ulusal Ekonomik Eğitim Konseyi’nin yönetim kurulu üyesi olarak hizmet vermektedir. Ayrıca Ulusal Üstün Yetenekli Çocuklar Derneği ve Ulusal Kadın Tarihi Müzesi için danışma kurulu üyesi olarak görev yapmaktadır. Ayrıca halen “Marilyn’e Sor” köşesini yönetiyor ve kocasıyla Manhattan’da yaşıyor.
Aslına bakarsanız bu unvanı ancak 1990 yılına kadar koruyabilecekti. Bunun nedeni kendisinden daha zeki birisinin varlığı olmadı. IQ testleri ile ilgili tartışmalar sonucunda Guinness “En Yüksek IQ” kategorisini sonlandırdı. Kendisinin hikayesini de bu yazımızdan okuyabilirsiniz. Dünyanın En Yüksek IQ’suna Sahip Marilyn Vos Savant ile Tanışın - https://www.matematiksel.org/dunyanin-en-yuksek-iqsuna-sahip-marilyn-vos-savant-ile-tanisin/
-----------------
Kaynaklar ve ileri okumalar
Kim Ung-Yong Got His PhD At The Age Of 8. But It Took Him 50 Years To Find Happiness In Life. Yayınlanma tarihi: 15 Mart 2017; Bağlantı: https://www.storypick.com/kim-ung-yong/
Kim Ung-Yong: The 8-year-old child prodigy who worked for NASA. Bağlantı: https://www.historydefined.net/kim-ung-yong/
Yazının kaynağı: https://www.matematiksel.org/kim-ung-yong-kimdir/
_________
Size Bir Mesajımız Var!
Matematiksel, 2015 yılından beri yayında olan ve Türkiye’de matematiğe karşı duyulan önyargıyı azaltmak ve ilgiyi arttırmak amacıyla kurulmuş bir platformdur. Sitemizde, öncelikli olarak matematik ile ilgili yazılar yer almaktadır. Ancak bilimin bütünsel yapısı itibari ile diğer bilim dalları ile ilgili konular da ilerleyen yıllarda sitemize dahil edilmiştir. Bu sitenin tek kazancı sizlere göstermek zorunda kaldığımız reklamlardır. Yüksek okunurluk düzeyine sahip bir web sitesi barındırmak ne yazık ki günümüzde oldukça masraflıdır. Bu konuda bizi anlayacağınızı umuyoruz. Ayrıca yazımızı paylaşarak veya Patreon üzerinden ufak bir bağış yaparak da büyümemize destek olabilirsiniz. Matematik ile kalalım, bilim ile kalalım.
Matematiksel
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
"Dünya’nın En Zor Dili Olan Navahoca Neden Bu Kadar Zor?"
Yazı: Melike Üzücek
04/12/2023 Son güncelleme: 04/12/2023
Kabul etmek gerekir ki, ana dilimiz haricinde yeni bir dil öğrenmek oldukça zordur. Peki sizce dünyanın en zor dili hangisidir?
İngilizce, Arapça, Mandarin, Baskça, Macarca veya Çince mi? Aslında birçok dil bilimci, bu saydığımız dillerden çok daha zor bir dil olduğunu söylüyor. O da belki de ismini ilk defa duyacağınız Navahoca’dır.
Yoğun olarak Arizona ve New Mexico’da yaşayan Navaho’lar, ABD’deki en büyük Kızılderili gruplarından biridir. 400 bin’e kadar kabile üyesinden oluşabilen Navaho’ların kuzeybatı Kanada’dan geldikleri ve 1860’lardaki Uzun Yürüyüş adı verilen bir olay sırasında federal hükümet tarafından zorla şimdiki yerlerine taşındıkları düşünülüyor.
Navahoca ya da Navaho dili, ABD’de New Mexico, Arizona, Kolorado ve Utah eyaletlerinde Navaholar tarafından konuşulan Atabask dillerinden bir Kızılderili dilidir.
Geleneksel Navaho aileleri, hogan adını verdikleri çamur ve kütüklerden yaptıkları dairesel evlerde yaşarlar. Törenlerde kumdan karmaşık şekiller çizerek kutlama yapan Navaho halkı, genç kızların ergenliğe girişini kutladıkları bir törendeyse 4 günlük koşular düzenlerler. Ve bu kutlamaya da kinaalda adını verirler.
Buna rağmen Navaho kültürünün muhtemelen en önemli yönü dilleridir. Navaho halkının Diné Bizaad yani halkın dili olarak adlandırdığı bu dilin, MS 1300 ile 1525 yılları arasında Apaçice’den ayrıldığı tahmin ediliyor. Hem Apaçice hem de Navahoca; Yukon, Alaska ve Britanya Kolombiyası’ndaki yerli kabileler tarafından konuşulan Atabask adlı bir dil ailesine aittir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, düşmanın iletimin şifresini çözme riski olmadan kod göndermek ve almak, kodun saatlerce şifrelenmesi ve şifresinin çözülmesini gerektiriyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD, şifreli mesajlaşmalar için zor olmasından ötürü Navahoca’dan faydalanmıştır.
Ancak bu dili öğrenmek hiç de kolay değildir. Hatta bu zorluğundan ötürü ABD, İkinci Dünya Savaşı sırasında şifreli mesajlaşmalar için Navahoca’dan yararlanmıştır.
Peki Navahoca Neden Öğrenmesi Bu Kadar Zor Bir Dil?
Bırakın Navahoca’yı öğrenmeyi, bu dili dinlemesi bile hiç kolay değildir. Çünkü Atabask dil ailesindeki diğer diller gibi Navahoca da tonaldır. Yani yazımı aynı olan kelimelerin telaffuz edilme biçimlerine bağlı olarak farklı anlamlara gelme durumu mevcuttur.
Mesela bita’ kelimesi ortasında anlamına gelirken; bitaa’ kelimesiyle (onun) babası anlamına gelmektedir. Kelimeler aslında aynı olmasına rağmen telaffuzda ünlü harfin uzun ya da kısa söylenmesine bağlı olarak anlamı değişir.
Ancak Navahoca, sadece uzun ve kısa ünlüler arasında bir ayrım yapmakla kalmaz. Aynı zamanda ünlü harflerin 4 farklı perdeden telaffuz edilmesi gibi bir ayrıma da gider. Bu 4 farklı perde ise şunlardır. Yüksek perde (áá), düşük (aa), yükselen (áa) ve düşen perde (aá). Bu perde ayrımı da Navahoca’nın öğrenmesi en zor dil olmasına sebep olur.
Navahoca ayrıca diğer birçok dilde bulunmayan sesleri içeren karmaşık bir fenolojiye sahiptir. Yarı kapantılı ve sert ünsüzler de dahil olmak üzere alfabesinde 33 ünsüz ve 12 ünlü harf vardır. Karşılaştırma olması bakımından bizim alfabemizde 21’i ünsüz, 8’i ünlü olmak üzere toplam 29 harf vardır.
Elbette bu dili zor yapan tek şey telaffuzu değildir. Navahoca fiil merkezli bir dildir ve fiillerle tüm bir cümledeki kadar bilgi iletebilirsiniz. Ayrıca bu dilde fiiller, belli bir eylemin nasıl gerçekleştiğine bağlı olarak değişir. Örneğin násh’ááh bir şeyi bir kez ele almak anlamına gelirken, yish’ááh bir şeyi tekrar tekrar ele almak anlamına gelir.
Ayrıca belirli bir eylem bir nesneyi içeriyorsa o nesnenin yapısına bağlı olarak fiil de değişmektedir. Örneğin vermek fiili sert, uzun, esnek, düz gibi nesnenin çeşitli özelliklerine göre değişkenlik gösterir. Hatta eğer Navahoca dilinde birinden bir bardak su isterseniz bardağın dolu, boş veya yarı dolu olmasına göre bir fiil kullanarak istemeniz gerekir.
Fakat Navahoca Ölmek Üzere Olan Bir Dildir
Dil bilimciler birkaç on yıldır Navahoca’nın ölmek üzere olduğunun farkındalar. Öyle ki, 1970 yılında yatılı okullardaki Navaho çocuklarının %90’ı ana dilini konuşurken 1990’da bu durum tam tersine döndü. Ve dil bilimciler Navahoca’nın bu düşüşünü şu 3 ana neden altında inceliyor: Tarihi, ekonomik ve sosyokültürel sebepler.
Tarihsel sebeplere baktığımızda Amerikan okulları ve dini kurumlarının Kızılderililer’i asimile etmesi durumu karşımıza çıkıyor. Ekonomik olaraksa İngilizcenin hakim olduğu bir dünyada Navahoca gençlere daha az fırsat sunuyor. Ve tabi bir de işin sosyokültürel sebepleri var.
Her ne kadar son zamanlarda Navahoca’yı korumak adına bu dili öğretme uygulamaları düzenlense de gençler, bilinçli olarak ana dillerini konuşmamayı tercih ediyor. Çünkü bazıları alay edilmemek için, bazıları ise Kızılderili olmalarından ötürü ayrımcılığa uğramamak için böyle bir karar veriyor. Yeni nesil gençlerse Navahoca’yı modası geçmiş bir dil olarak görüp konuşmak istemiyor. Yine de çeşitli kuruluşlar bu dili yaşatmak için elinden geleni yapıyor. Bu nedenle Navahoca için çok da umutsuz olmamak gerekir. Ayrıca Navaho kabile üyelerinin sayısının her geçen yıl artmasıyla dilin de ölmekten kurtulabileceği öngörülüyor.
Yeri: https://www.matematiksel.org/dunyanin-en-zor-dili-navahoca/
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Status Quo Bias (Statüko Önyargısı) Nedir? Neden Her Şeyi Olduğu Gibi Bırakma Eğilimindeyiz?
Yazı: Sibel Çağlar
10/11/2023 - Son güncelleme: 10/11/2023
Değişim birçok insan için korkutucu bir şeydir. Çoğu kişinin her şeyin olduğu gibi kalmasını tercih etmesinin nedeni budur. Ancak mevcut durumu devam ettirme eğilimi dilimize statüko ön yargısı, biçiminde çevrilen Status Quo Bias yanılgısı yaşamanıza neden olur.
/Status Quo Bias (Statüko Önyargısı) fırsatları kaçırmanız anlamına da gelebilir.//
Status Quo Bias “kola mı, yoksa ayran mı içsem” gibi basit kararlardan; ciddi bir hastalık karşısındaki tedavi yöntemi seçimi gibi hayati olanlara kadar yaşamımızın her alanında karşımıza çıkar. Eğer bir karar aşamasındaysanız durun. Çünkü siz de mevcut durumu devam ettirme eğiliminin etkisinde olabilirsiniz. Statüko yanılgısının ne olduğunun detaylarına geçmeden önce konuyu kafanızda biraz daha şekillendirelim.
1980’lerin başında Coca-Cola’nın başı dertteydi. Bir zamanlar Amerika’nın en sevilen meşrubatı olan bu içecek, pazar payını hızla kaybediyordu. Yaşlanan baby boomer kuşağı, sağlıklı kalmalarına yardımcı olmak için yepyeni diyet içeceklerine yönelirken, genç nesil de Pepsi’nin daha tatlı, daha yumuşak olduğunu düşünüyordu.
/New Coke tam bir hayal kırıklığıydı.//
Şirketi kurtarmak için Coca-Cola yöneticilerinin geleceğe dönük ve hızlı düşünmeye başlaması gerekiyordu. İlk adım lezzetlerini düzeltmekti. Coca-Cola, yeni tarifini formüle ettikten sonra, çok büyük bir başarı elde eden birkaç kör tat testi gerçekleştirdi. Şirket yeni Coca-Cola’larına “Yeni Kola” (New Coke) adını verdi. Çoğu kişi New Coke’un daha tatlı tadını klasik karışıma açık bir farkla tercih etti.
Sonuçtan gurur duyan Coca-Cola, pahalı bir reklam kampanyasına başladı ve şişelerinin üst köşesine “Yeni!” etiketini yapıştırdı. Ancak New Coke’un piyasaya sürülmesi muazzam bir başarısızlıktı. Pazara girdikten kısa bir süre sonra şirketin telefon hattına 40.000’den fazla öfkeli çağrı geldi; bu sayı her gün öncekine göre bin civarında daha fazlaydı.
Status Quo Bias (Statüko Önyargısı) Nedir?
Peki ama halk neden New Coke’tan bu kadar nefret etmişti? Cevap elbette statüko önyargısı idi. New Coke nesnel olarak daha iyiydi. Ancak unutmayın: Pazarlama departmanı kör test yaptırmıştı yani tüketiciler hangi kolayı içtiklerini bilmiyorlardı. Şişelerin üzerindeki yeni yazısı mevcut olanın değiştiği anlamına geliyordu. Bu nedenle insanlar alışkanlıklarını bozmamak adına eskiyi sürdürmek istemişti.
Status Quo Bias, bir şeyleri değiştirmek yerine olduğu gibi bırakma tercihimizi ifade eder. Bir düşünün: neden haftanın beş günü, Pazartesiden Cumaya dokuzdan beşe kadar çalışıyoruz? Bu düzen doğal bir yasa değil, herkesin hatırlayabildiği kadarıyla işgücündeki sosyal bir yapıdır.
Ayrıca pek çok araştırma, haftanın dört günlük çalışmasının genel üretkenliği artırabileceğini ve çalışanlara daha fazla dinlenme ve yeniden enerji kazanma şansı verebileceğini öne sürüyor. Ancak araştırmalar ikna edici olsa da birçok şirket, her şeyin olduğu gibi kalmasını isteyecektir. Aslında bu da bir başka statüko önyargısı örneğidir.
İlk olarak, 1988 yılında William Samuelson ve Richard Zeckhauser tarafından tanımlanan bu yanılgı, belli seçimler için tehlikeli olsa da, günlük görevler sırasında faydalı olabilir. Market alışverişinde her zaman aldığınız ekmeğin aynısını seçmek, her çeşit ve markayı değerlendirmekten çok daha kolaydır. Bu sadece zamandan tasarruf etmenizi sağlamakla kalmaz, aynı zamanda zihinsel kaynaklarınızı da serbest bırakır.
Giydiğimiz kıyafet olsun, yediğimiz kahvaltı olsun, rutine dönüşen kalıpları takip etmek bizim için mantıklıdır. Bu günlük görevlerde statükoya uymak, önemli kararlar için zihinsel enerjimizi korumamıza yardımcı olur.
Neden Alışkanlıklarımızı Değiştiremiyoruz?
//Bir seçenek sunulduğunda doğru seçeneğin ne olduğu her zaman açık değildir. Kendimizi stresli ve bunalmış hissediyorsak, bazen bildiklerimizle yetinmek en kolay yoldur.///
Sosyal psikoloji, karar alırken statüko yanılgısının ortaya çıkmasının iki nedeni olduğunu söyler. Bunlardan ilki kayıptan kaçınmadır. Kayıptan kaçınma, bir kayıptan dolayı yaşadığımız psikolojik acının, eşit bir kazançtan aldığımız zevkten önemli ölçüde daha büyük olduğunu ifade eden bir teoridir.
Varsayılan seçenek ile alternatifleri arasında seçim yaparken, statükoyu bir referans noktası olarak ele alırız çünkü ondan ne bekleyeceğimizi tam olarak biliriz. Öte yandan, sonucu belirsiz olduğundan bir alternatifi seçmek risk almak olacaktır.
İkincisi ise, her biri belirsiz sonuçlarla boğuşan seçimlerimiz yüzünden bunalmış hissetmekten kaçınmaktır. Örneğin, liseden mezun olduktan sonra, sırf herkes öyle yapıyor diye biz de üniversiteye gitmeyi seçebiliriz. Gitmezsek değerli bilgiler öğrenemediğimiz veya ömür boyu sürecek arkadaşlar edinemediğimiz için pişman olacağımızı düşünürüz.
Ancak bazı insanlar için işgücüne katılmak ve farklı beceriler öğrenmek daha anlamlıdır. Ancak statükoyu takip etme eğilimleri, bir şeyleri kaçırma korkusuyla birleşince, bunu bir seçenek olarak bile düşünmemizi engeller.
Sonuç olarak
Hiçbir yenilik, normlara bağlı kalarak gerçekleşmez. Bunun yerine, ancak statükodan kurtularak ve başka türlü asla karşılaşmayacağımız şaşırtıcı olasılıkları keşfederek büyüyüp gelişebiliriz. Bu hem yeni bir kariyer yolu keşfetmek gibi bireysel düzeyde, hem de eskimiş sistemlerin yerini alacak yeni bir sistem keşfetmek gibi toplumsal düzeyde geçerlidir.
Evet, yeninin korkutucu olduğu doğru. Bildiğimizi tercih ederiz. Ancak düzenliliğe başvurmaya direndiğimizde ancak daha iyiye doğru değişebiliriz.
Yazının yeri: https://www.matematiksel.org/status-quo-bias-statuko-onyargisi-nedir/
Kaynaklar ve ileri okumalar
How the Status Quo Bias Affects Your Decisions. Yayınlanma tarihi: 9 Temmuz 2022. Kaynak site: Very Well Mind. Bağlantı: How the Status Quo Bias Affects Your Decisions
Fleming SM, Thomas CL, Dolan RJ. Overcoming status quo bias in the human brain. Proc Natl Acad Sci USA. 2010;107(13):6005-6009. doi:10.1073/pnas.0910380107
Why do we tend to leave things as they are?. Kaynak site: Thedecisionlab. Bağlantı: Why do we tend to leave things as they are?
▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
Hem Sanatçı Hem De Bilim İnsanı Olmak Mümkün: İşte Size Bazı Örnekler
Sanat ve bilim sanılandan çok daha fazla birbirini bütünlemektedir.
Yazı: Sibel Çağlar
19/11/2022 - Son güncelleme: 16/08/2023
Herhangi bir üniversiteyi ziyaret ettiğiniz zaman genellikle sanat ve bilim bölümlerinin kampüsün zıt uçlarında veya ayrı binalarda bulunduğunu fark etmiş olmalısınız. Sonuçta sanat ve bilim iki farklı entelektüel araç gibi gözükmektedir. Yine de tarih boyunca pek çok insan bu büyük bölünmeyi başarıyla aşmış ve sanatı bilim ile birleştirmeyi başarmıştır.
Bu bilim insanları ve sanatçılar bir tutkularını diğerine tercih etme gereği duymadılar. İşte tarihe hem sanatçı hem de bilim insanı olarak damga vurmuş bazı kişiler.
1) Leonardo da Vinci
Leonardo da Vinci, Son Akşam Yemeği ve Mona Lisa da dahil olmak üzere günümüzde en çok sevilen tablolardan bazılarını bizlere hediye etti. Ancak bir çok kişinin bildiği gibi kendisi aynı zamanda anatomi, optik ve hemen hemen her şey üzerinde çalışmalar yapan bir bilim insanıydı. Tüm bunların yanında da başarılı bir mühendisti. Bunu diğer bir çok şeyin yanı sıra tasarladığı robotlar ve uçan makinelere bakarak görebiliyoruz.
Ama bu noktada bir hatırlatma yapmamız gerekiyor. Da Vinci bazen resim yapmıyor, bazen de bilimle uğraşmıyordu; bunun yerine her ikisini birleştirmeyi başarmıştı. Örneğin, Mona Lisa tablosunu ölümsüzleştirilen gizemli gülümsemeyi tuvale aktarabilmek için Floransa’daki Santa Maria Nuova hastanesinin bodrum katında kadavraları inceleyerek zaman geçirmişti.
Bir resimdeki gözlerinin odanın içinde seni takip etmesine günümüzde “ Mona Lisa etkisi” denir. Da Vinci, bunu yalnızca resim tekniklerini değil, aynı zamanda görme bilimini de anlayarak başarmıştı. Sonucunda sanatının içine bilimi dahil etmeseydi, büyük bir ihtimal ile ölümsüz eserlerini ortaya koyamazdı. Hem bilim adamı hem de sanatçı olmasaydı, en büyük eserlerini üretemezdi.
2) Dr. Santiago Ramon y Cajal
Hem Sanatçı Hem De Bilim İnsanı Olmak Mümkün:
Santiago Ramón y Cajal, sanatı bir meslek olarak sürdürmeyi düşünüyordu. Ancak sonucunda babasının isteklerini yerine getirip tıp fakültesine gitti. Bu aslında insanlık tarihi açısından iyi bir karardı. Sinirbilimin babası Dr. Santiago Ramon y Cajal, nöronların birbirleriyle nasıl iletişim kurduklarını keşfeden ilk kişiydi.
Cajal, nöronların birbirine dokunmadığını ve nöronun dal ve kütük benzeri uçları arasındaki küçük bir boşluk üzerinden gönderilen kimyasal ve elektriksel bir sinyal kullanarak iletişim kurduğunu buldu. Sanatçı gözü, sinirlerin modellerini ve yapılarını derinlemesine görmesini sağladı.
Çalışmaları ona “Nöron doktrini” olarak bilinen teorisiyle 1906’da Nobel Fizyoloji/Tıp Ödülü’nü kazandıracaktı. Bu arada resim yapmaya da devam etti. Ve Leonardo gibi bilimi sanatını şekillendirmeye bir araç olarak kullandı. Cajal’ın sinir hücresi çizimleri hem güzel hem de öğreticidir.
3) Hedy Lamarr
Hollywood’un en güzel yıldızlarından Hedy Lamarr’ın yaşamının en etkileyici kısmının güzelliği veya sinema kariyeri ile hiçbir ilgisi yoktu. Hedy Lamarr, çığır açmış ve modern iletişim sistemlerinin temelini oluşturmuş bir teknolojik yeniliğin patentine sahip bir yıldızdır. Kendisi bu buluşuyla da klişe bir düşünce biçimi olan “güzel ve aptal kadın” imajına son vermiştir.
Dünya onun vücuduna bakarken, Lamarr aklını kullanıyordu. Radyo sinyallerinin karışmasını önlemek için frekanslar arasında hızla geçiş yapma tekniği olan “frekans atlama”yı geliştirdi. Teknoloji, Almanların İkinci Dünya Savaşı sırasında sinyalleri karıştırmasını ve ABD radyo kontrollü torpidolarını yönlendirmesini engelledi. Aynı zamanda günümüzün Wi-Fi’sini de mümkün kıldı.
Çalışmaları, kablosuz iletişimin yapı taşlarından biri oldu. Geliştirdikleri sistem daha sonra Bluetooth, Wi-Fi ve GPS iletişiminde paraziti önlemek için kullanılan “yayılmış spektrum” teknolojisinin temelini oluşturdu. İletişimin kaderini değiştiren buluşundan tek kuruş kazanamayan Hedy Lamarr, 2000′de Florida’daki mütevazı evinde yaşama veda etti. Lamarr ve Antheil, ölümlerinden sonra Milli Mucitler Onur Listesi’ne alındı.
4) Maria Sibylla Merian
Bir kadının bilim insanı ya da sanatçı olmasının beklenemeyeceği bir zamanda, Maria Sibylla Merian her ikisiydi. 1647’de Almanya’da doğmuş olmasına rağmen, Merian büyük ölçüde Hollanda’da yaşadı. Burada korunmuş böcekler yerine canlı böcekler üzerinde çalışmalar yapma şansına sahip oldu. Bunun sayesinde de adına böcek bilimine yüzyıllar öncesinden ışık tutan biri olarak tarihe yazdıracaktı. Ayrıca bu böceklerin ve çiçeklerin resimlerini ve metamorfoz sürecinin açıklamalarını yayınladı.
Maria’nın 1672 yılında yayımlanan “Caterpillars, Their Wondrous Transformation and Peculiar Nourisment from Flowers / Tırtılların Mucizevi Dönüşümleri ve Garip Besin Bitkileri” kitabında tırtıllar, kurtçuklar, kelebekler, sinekler ve diğer küçük hayvanları, zaman, yer ve karakteristik özelliklerini içeren notlar da vardır. Yumurtadan larvaya, pupadan ergin haline, kelebeğin tüm aşamalarını gösteren kitap, sadece sanatçı olarak değil “bilim insanı” olarak da onu tarihin önemli bir yerine koyuyor.
5) Brian May
Bilim ve sanatı birleştirmek sadece geçmişte kalan bir şey değil. Rock grubu Queen’in kurucu ortağı ve baş gitaristi olan Brian May, “We Will Rock You” ve “The Show Must Go On” gibi şarkılar yazdı. Ayrıca solo albümler üretti ve kendi adını taşıyan grubunu yönetti.
Müzik aşkı bir tarafta dururken Brian May’ın ise ilgisini fizik özellikle de astronomi ve uzay bilimi çekti. Queen, Freddie Mercury’nin 1991’de AIDS’ten zamansız ölümüne kadar listeleri dünya çapında zorladı. Ancak bu zamansız ölüm Brian May için bir dönüm noktası olacaktı.
Sonucunda 2000’lerde müzik kariyerinden ötürü yarıda bıraktığı astrofiziğe geri döndü. Brian May, Oort Bulutu’nun yapısını araştıran 4 makale yazdı. 2007 ile 2008 yılları arasında Liverpool John Moores Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent olarak ders veren Brian May, halen İmparatorluk Koleji’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır. Kendisi hem bilim insanı hem de sanatçı olunabileceğinin günümüzde en iyi örneklerinden biridir.
Yazı: https://www.matematiksel.org/hem-sanatci-hem-de-bilim-insani-olmak-mumkun/
Kaynaklar ve ileri okumalar
5 People Famous For Mixing Science With Art. Yayınlanma tarihi: 14 Kasım 2022; bağlantı: https://discovermagazine.com/
7 Remarkable People Who Straddled The Line Between Art And Science. Yayınlanma tarihi: 19 Nisan 2018; Bağlantı: https://interestingengineering.com/
[Edited at 2024-01-26 05:28 GMT] ▲ Collapse | | | Adnan Özdemir トルコ Local time: 06:57 2007に入会 ドイツ語 から トルコ語 + ... TOPIC STARTER Karaman ve Konya yörelerinin lale tarlaları... | Jan 29 |
BİLGİ: Merak eden arkadaşlarımız olmuş lale tarlalarını. Evet, Karaman'da yaşıyorum ve bu tarlalardan bana yakın olanlarını bisikletle görmüşlüğüm var. Yine mevsiminde (lalelerin çiçeklenme döneminde) buralara farklı yerlerden turlar düzenlendiğini de biliyorum. Resimlerdeki çiçeklenmiş manzaralar - o yılki iklime de bağlı olarak - nisan ortasına doğru görülüyor genelde. Bu yıl ne zaman çiçek açar lale soğanları bilinmez tabi ama o zamanlara yakın olmal... See more | | | Pages in topic: < [1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21] > | To report site rules violations or get help, contact a site moderator: You can also contact site staff by submitting a support request » İlginç yazılar No recent translation news about トルコ. |
TM-Town | Manage your TMs and Terms ... and boost your translation business
Are you ready for something fresh in the industry? TM-Town is a unique new site for you -- the freelance translator -- to store, manage and share translation memories (TMs) and glossaries...and potentially meet new clients on the basis of your prior work.
More info » |
| Wordfast Pro | Translation Memory Software for Any Platform
Exclusive discount for ProZ.com users!
Save over 13% when purchasing Wordfast Pro through ProZ.com. Wordfast is the world's #1 provider of platform-independent Translation Memory software. Consistently ranked the most user-friendly and highest value
Buy now! » |
|
| | | | X Sign in to your ProZ.com account... | | | | | |